Quo Vadis? Donald Trump ve Cumhuriyetçi Amerikan Hükümetinin İlk Haftası Üzerine Bir Değerlendirme

Donald Trump 20 Ocak 2025 tarihinde yemin ederek resmen Amerika Birleşik Devletleri başkanı oldu. Yemin töreninin ardından göreve başladığında ne yapacağı aşağı yukarı belliydi ama kararlarının sonuçları Amerikan siyasetinin bundan sonraki süreçte gelişeceği ana düzlemleri belirleyeceği için, ilk haftanın sonunda ortaya çıkan tabloyla ilgili genel bir politik değerlendirme yapmanın gerekli olduğunu düşündüm.
Donald Trump’ın başkanlığının bu ikinci döneminin, ilk döneminden farklı olarak daha radikal ve kalıcı değişiklikler getireceğini ve bu radikal değişikliklerin Amerikan Devletini merkeze alacağından dünya politikasını yakından etkileyeceğini düşünmekle sanırım hata yapmıyoruz. Bunun en önemli nedeni Donald Trump’ın göreve gelir gelmez federal hükümetle ilgili önemli tasarrufları yaşama geçirmeye başlamasıdır. İlk elden imzalanan kararnamelerden biri federal hükümetin sağlamakta olduğu istihdam korumasının ortadan kaldırılması, başka bir ifadeyle kadrolaşmanın önündeki yasal engellerin kaldırılmasıdır. Nitekim duruma dikkat çeken Washington Post’un haberine göre; Beyaz Saray, kurum çalışanlarının istihdam korumalarını ortadan kaldıran emri, Trump ve müttefiklerinin ilk döneminde planlarına direnen bürokratlardan oluşan “derin devlet” olarak adlandırdıkları yapıyı dizginlemek için gerekli olarak” nitelendirmiştir.
Bir başka önemli gelişme çalışma ilişkilerinde performans izleme sisteminin devreye alınmasıdır. Bu durum muhafazakâr yapının sahiplenmekte olduğu neoliberal iktisadî politikalarla uyum içindedir. Trump hükümetinin siyasal çizgisini düşünecek olursak aslında bu da beklenen bir şeydi. Yine de burada önemli bir noktayı not almak gereği duyuyorum.
Amerika Birleşik Devletlerinde seçimlerden sonra muhalefette kalan Demokrat Parti seçkinlerinde belirginleşen bir eğilim, aslında her fırsatta açıkça kapitalist olduklarını belirten söz konusu liberal-demokrat kanadın, ki Joe Biden da sıkça bir kapitalist olduğunu vurgulamaktan hoşlanırdı, daha önce pek başvurmadıkları görece radikal bir sol söylem takınmak oldu. Bana kalırsa bu tavır değişikliği pek inandırıcı bir yaklaşım değil ve eğer söz konusu tavrı uzun süre devam ettirirlerse, kendi sınıfsal karakterlerinden kaynaklanan bir çelişkiye de yakalanabilirler. Ne demek istiyorum? Demokrat Parti’ye mensup liberal elitlerin çoğu aslında orta ve üst sınıfa mensup, görece zengin kimselerdir. Yoksul halk yığınları ile gerçek bir ilişkileri yoktur. Devletin içindeki ilişkilerden de dışlandıklarında tamamen güçsüzleşeceklerdir. Bu nedenle dirençleri kırılabilir. Eğer tutundukları bu ilişkilerden ve bürokrasinin imkanlarından uzun süre yoksun kalırlarsa görece radikal bir sol söylemi sürdürebilmelerini uzun vadede pek mümkün görmüyorum.
Bir başka önemli durum, Donald Trump’ın “jet hızıyla” imzaladığı kararname ve emirlerin federal hükümeti fiilen kilitlemesidir. Buna gerçek anlamda bir “şok” demek doğru olur sanırım. Yine de bu “şok terapisi” o kadar “şok edicidir” ki, önceki başkan Joe Biden’a sert muhalefet yaparak çekilmesine yol açan en önemli etkenlerden biri olan, dahası Kamala Harris karşısında da aynı muhalif çizgiyi izleyerek Trump’ı kimi zaman açıkça destekleyen The Wall Street Journal gazetesi bile sürecin hızı ve neden olduğu karmaşa ile ilgili ciddi bir eleştiri yayınlamak durumunda kalmıştır. Wall Street, ortaya çıkan aksaklıkların dökümünü çıkardığı makalesinde, ekonomiden sağlığa, dış iletişimden bilimsel araştırmalara ve hatta millî park hizmetlerine kadar pek çok alanda hizmetlerin durma noktasına geldiğini yazmaktadır.

Öyle sanırım ki Wall Street başta olmak üzere Birleşik Devletleri idare eden yöneticiler, tam olarak “idare etmek” denilen şeyin büyük bir devlet, bir “süper güç” için ne kadar önemli bir gereklilik olduğunu unutmuşlardır. Gerçekten de, büyük devletler için tecrübeli bir yönetici, yalnızca “varlığıyla” dahi pek çok boşluğu doldurabilir, başkalarının kapatamayacağı açıkları kapatabilir ve tecrübesiyle belirli eksiklikleri giderebilir. Nitekim Joe Biden böyle bir yönetici figürü olarak karşımıza çıkmakta idi. İkinci önemli nokta, daha önceki yazımda da belirttiğim gibi, büyük değişimlerin zaman alacağı ve dahası zaman alması gerektiğidir. Elbette programınızın ne olduğu da önemlidir. Yine de normalden çok daha hızlı yaşama geçirilmeye çalışan, bir bakıma “popülist” diyebileceğimiz ekonomik ve siyasal dönüşümler, onları uygulayanları kolaylıkla yoldan çıkarır. Nitekim Sovyetler Birliği, yerleşik idarî mekanizmanın hızla yerinden sökülerek devlet aygıtının dumura uğratılması sonucu çökmüştür.
Donald Trump’ın muhafazakâr gündemini yaşama geçirebilmek için bir dizi idarî tedbiri öncelikle ele alması ve uygulamaya çalışmasının yaratacağı olası karışıklardan biri de, etik ve insanî boyutu bakımından çok ciddiye alınması gereken bir konu olan ölüm cezalarının infazı hakkındadır. Bloomberg’den Barbara McQuade’nin görüşüne göre ki kendisi aynı zamanda Michigan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde profesördür, Trump’ın imzaladığı “İdam Cezasının Geri Getirilmesi ve Kamu Güvenliğinin Korunması” başlıklı kararname, içerdiği bazı unsurlar bakımından özellikle dikkat çekicidir. Bu kararnamenin içerdiği bölümlerden birine göre mahkemeler kimi suçlar söz konusu olduğunda ölüm cezasını uygulayabilmek için yüksek mahkemeyi geçersiz kılmak konusunda talimatlandırılmaktadır. McQuade, yazısının can alıcı paragraflarından birinde aynen şöyle demektedir;
Yüksek Mahkeme, cinayet dışındaki suçlarda veya sanığın 18 yaşından küçük, zihinsel engelli veya yasal olarak deli olduğu durumlarda ölüm cezasının anayasaya aykırı olduğuna karar vermiştir. Trump’ın kararnamesi, savcıların bu tür davalarda, suçlarının ciddiyetini takdir edemeyen sanıklar için bile ölüm cezası talep etmeleri gerektiğini öne sürüyor gibi görünüyor.
Başka bir ifadeyle, günümüzde zaten tartışmalı olan ölüm cezası gibi ciddi bir uygulamada sanığın elinden çok önemli bir hakkı alınmakta, “ahlaki açıdan kusurlu” olabilecek durumlarda bile cezanın infazını ısrarla araması için mahkemeleri yönlendirmek ve emsal kararların uygulanmasını tersine çevirerek toplumun yargıya ve idareye olan güvenini zedeleyebilecek tutarsızlıklara yol açmaktadır. Yazar bu durumu şöyle belirtmektedir;
Emsal kararların tersine çevrilmesi Amerikan toplumu için zararlıdır. İnsanların davranışlarını yasalara uygun hale getirebilmeleri için yasaların neyi gerektirdiğine dair adil bildirimi ortadan kaldırır. Emsal kararlara bağlı kalınmaması, politika yapıcıların yasalara uygun kurallar oluşturmasını ve iş dünyası liderlerinin uzun vadeli planlama yapmasını zorlaştırır. Fikirlerini sürekli değiştiren mahkemeler, yasaları siyaseti dikkate almadan yorumladıklarına dair inandırıcılıklarını kaybetme riskiyle karşı karşıyadır.
Yazarın belirttiği ikinci nokta ise söz konusu emirde göze batan başka bir haksızlıkla ilgilidir. Buna göre, Amerika Birleşik Devletlerinde yasadışı göçmen durumunda bulunan herhangi bir kişi hakkında, eğer bu kişi ölüm cezasını gerektiren bir yasal durumda ise, diğer faktörlere bakılmaksızın ölüm cezasının istenmesi talimatını vermektedir. Bu durum eşitlik ilkesini ortadan kaldırmakta olduğu için hem hukukun ruhuna hem de yazarın makalesinde belirttiği ve ayrıntılarına girdiği Amerikan yasa ve uygulamalarına açıkça aykırılık oluşturmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde ölüm cezasının bugüne kadar daha çok hangi toplum kesimlerine uygulandığını istitasitiklerle kesin olarak ortaya koymak mümkündür ancak bu kapsamlı tartışma mevcut yazının sınırlarını aşmaktadır. Şu kadarını söylemek yeter; ölüm cezasının uygulanmasında hispanikler, siyahlar ve beyaz Amerikalı olmayanlar açık ara ön sıralardadır. Demeki ki bu konuda fiili bir ayrımcılık zaten vardı ve bu herkesin bildiği bir sırdı. Bu kararnameyi diğerlerinden farklı kılan ise fiilî ayrımcılığı hukuksal hale getirerek eşitsizliği kanun kuvvetine yükseltmektir. Bu ise evrensel olarak hukuk devleti ilkesiyle çelişmektedir.
Nitekim Trump’ın kararnameleri şimdiden pek çok itirazla ve kanun adamlarının direnciyle karşılaşacak gibi görünmektedir. Bunlardan ilki, en tartışmalı olan doğumla gelen vatandaşlık hakkının iptal edilmesi konusundaki ünlü emridir. The New York Times’ın haberine göre, federal bir yargıç şimdiden bu kararnamenin geçici olarak durdurulmasına karar vermiştir. The Times bu durumu;
Trump’ın yürütme emrini yayınlamasından üç gün sonra yapılan bir duruşmada, Federal Bölge Mahkemesi hakimi John C. Coughenour, dava açan dört eyalet olan Washington, Arizona, Illinois ve Oregon’un yanında yer alarak, Trump’ın yürütme emrini 14 gün boyunca engelleyen ve süresi dolduğunda yenilenebilen bir yasaklama emri imzaladı. Bu açıkça anayasaya aykırı bir emirdir dedi.
şeklinde verdiği bir haberle okurlarına yansıttı. Üstelik Cumhuriyetçilere ve Trump hükümetine muhalefetiyle bilinen NYT bu haberi verme biçiminde yalnız da değildi. Trump hükümetine desteğiyle ve muhafazakâr kimliğiyle tanınan The Wall Street Journal da bu haberin üzerinde durdu ve durumu “Trump Doğuştan Vatandaşlık Konusunda Kaybetti” başlığıyla haberleştirmeyi tercih etti. Dahası gazete, Ronald Reagan tarafından atanan bir federal yargıcın, yürütme emrini açıkça anayasaya aykırı olarak nitelendirdiğini belirterek Trump yönetimine bir anlamda daha ilk haftasından mesaj göndermeyi tercih etti. Bu mesajın içeriği, muhafazakarlığın iktisadî politikalarda kazancı önceleyen perspektifi öncelemesi gerektiği, sosyal ve ideolojik planda ise daha gerçekçi, dengeli ve uygulanabilir şekilde götürülmesinin elzam olduğudur. Nitekim yeni sağ politikanın ikon isimlerinden ve Trump’ın da kendisine örnek aldığı Ronald Reagan’ın onun politikasının yanlışlığına örnek olarak verilmesi bu izlenimi güçlendirmektedir.
Amerikan medya çevrelerine aşina olan herhangi biri, The New York Times ve bağlantılı kuruluşların yanı sıra CNN ve Washington Post gibi yayın organlarının uzun zamandan beri Demokrat eğilime sahip olduğunu bilir. Ancak The Wall Street Journal söz konusu olduğunda durum değişir.

WSJ muhafazakar eğilimli ve büyük iş çevrelerinin etkili olduğu bir gazetedir. Kişisel olarak WSJ’nin düzenli okuruyum ve bu gazetenin editörler grubunun Birleşik Devletlerin gündemini belirleme konusunda çok büyük bir etki sahibi olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Nitekim Wall Street, yayın politikası ve ilişki içerisinde olduğu çevrelerdeki etkinliğini kullanarak, seçim sürecinde aktif biçimde Demokrat Parti’ye cepheden karşı koydu. Bunu siyaseti takip eden kişiler olarak hepimiz gözlemledik. Joe Biden’a karşı belki kimi yerde üslup bakımından çok sert bulunabilecek bir muhalefet sergiledi. Bu muhalefet tarzı, geleneksel televizyon tartışmalarının ilkinden sonra en yüksek düzeyine erişti ve Biden karşıtı dalganın bir panik halinde Demokrat camiaya, The New York Times’a ve önemli Demokrat bağışçılara sirayet etmesine neden oldu. Joe Biden gibi tecrübeli bir başkanın adaylıktan çekilmek zorunda bırakılmasının altındaki başlıca dinamik budur.
Joe Biden’ın adaylıktan çekilmek zorunda bırakılmasının ardından onun yerine gelen enerjik ve potansiyeli yüksek diğer aday Kamala Harris de esas olarak Wall Street çevrelerinin desteğini kazanamadığı için seçilememiştir. Bunu da rahatlıkla iddia edebilirim. Harris hâkim sermaye çevrelerinin tahammül ölçüsünün üzerinde bir sol geçmişte sahiptir ve bunu kabullenebilmek Amerika Birleşik Devletlerindeki egemen çevreler için pek kolay değildir. Üstelik Harris’in savcılık yaptığı dönemin onun adaylığı sürecinde dikkatle mercek altına alındığını düşünmek yersiz değildir. Wall Street’te yakın arihin en büyük finansal krizlerinden birine neden olan mortgage olayı hafızalardan silinmemektedir ve burada yalnızca sermaye sahiplerinden değil aynı zamanda politik olarak çok güçlü ve oldukça zeki insanlardan da söz ediyoruz. Dünyada zeka yoğunlaşması diye bir şey varsa, Wall Street bunun birkaç merkezinden biridir ve bunu da rahatlıkla iddia edebiliyorum. Joe Biden görevden ayrılırken, Amerika Birleşik Devletlerinde bir tür finans oligarşisi şekillenmeye başladığını ima etti ama bu iddiası eksiktir. Eğer şöyle deseydi doğru söylemiş olacaktı; Amerika Birleşik Devletlerinde yeni ve çok daha aktif bir finansal-teknolojik oligarşi şekillendi ve iktidara ağırlığını koydu. İşte bu tespit hedefini tam on ikiden vurmuş olacaktı. Ancak ne yazık ki Birleşik Devletlerde bir tür mali oligarşi hep vardı. Nitekim kapitalist ülkelerde de monarşilerde de Başkanın ya da Kralın arkasında daima onunla birlikte yöneten bir tür oligarşi bulunur. Monarşilerde bu kesim aristokratlardır, demokrasilerde ise çoğunlukla zenginle burjuvalardır. İşte sözü edilen bu kesimler Çin’e karşı tutumunun zayıf kalacağı tespitini yaparak Kamala Harris’i gelecekteki yönetimde görmek istemediler. Benim bir başka tespitim budur. Nitekim bu tespit seçime aylar kala gündemi takip eden herkes tarafından rahatlıkla yapılabilirdi ve sonuç bunu bütünüyle doğrulamıştır.
Demokrat Parti olgusu Amerika Birleşik Devletlerinde solun hangi sınırlar içerisinde kalmak durumunda olduğunun en canlı ve somut örneğidir. Daha çok insana sosyal güvence sağlamak, evsizlere barınma hakkı, milyonlarca yoksula temel ihtiyaç malzemelerini temin etmek gibi öncelikler bu ülkede “aşırı” istekler olarak görülebilmektedir. Bu nedenle, örneğin herkese ücretsiz ve eşit sağlık, eğitim hizmeti ya da barınma imkanları sağlamak, bu türden bir “solculuğun” sınırlarının çok dışındadır ve sizin “komünist” olarak damgalanmanıza yeter. Bu nedenle Demokrat gündem, kendisine izin verilen ve içinde rahatlıkla hareket edebileceği ölçüde kalarak, bir tür kimlik siyasetini ve küreselleşmeci, teknolojik ilerlemeci gündemi esas politik hattı olarak benimsemek zorunda kalmış ve bir süre sonra da bu siyasetin doğal sınırlarına dayanmıştır. Küreselleşme süreci, daha önceki yazılarımda da ifade etmeye çalıştığım gibi, Covid sırasında duraksamıştır. Teknolojik ilerleme fikri ise bu ilerlemenin kimler tarafından ve nasıl gerçekleştirilebileceği sorusunun muhafazakâr Cumhuriyetçiler yararına çözülmesiyle artık farklı bir görünüm kazanmıştır. Üreme hakları, trans evlilikler ve kimlik problemleri elbette ki çok önemlidir ancak kitlelerin gündelik yaşamında doğrudan bir iyileşme sağlamamakta üstelik dünyanın geri kalanında, çok daha geri koşullarda yaşayan ülkelere bir siyaset olarak dayatıldığı ölçüde antipatiyle karşılanabilmektedir. Bu siyasal sınırlar içerisinde Demokrat ideoloji saçim yenilgisiyle şiddetlenen bir tür kimlik krizine sürüklenmiş, elit bir ideoloji olarak yalnızca seçkin ve eğitimli kimselere hitap eden bir orta-üst gelir düşüncesi haline dönüşmüştür. Demokratların aşamadığı kriz esas olarak budur.
Cumhuriyetçilerin Amerika Birleşik Devletlerinde siyasal iktidarı devralmalarından kısa sayılabilecek bir süre önce İngiltere’de İşçi Partisi hükümeti kuruldu. Birbirine taban tabana zıt olması gereken iki seçim sonucundan söz ediyoruz; Birleşik Devletlerdeki Cumhuriyetçiler ve İngiltere’deki İşçi Partisi birbirinden çok farklı iki siyasal gelenektir. Buna rağmen her iki ülkede de sermaye çevrelerinin siyasal sistemdeki kurucu etkisi ve denetimi o kadar güçlüdür ki her iki hükümet de kendilerinin iktidar olmasında etkili olan söz konusu güç merkezleri tarafından yakından takip edilmekte, sıkça ve kimi zaman şiddetle eleştirilmektedir. The Wall Street Jorunal’ın son dönemlerinde izlediği yayın çizgisi bunun en somut örneği olarak anlaşılmalıdır. The Times ve The New Statesman dergisinin yayın çizgileri de böyle bir amacın gözetildiğini ve dengelerin ne kadar hassas olduğunu gözler önüne seriyor.
Elon Musk’ın son derece çirkin ve utanç verici hareketi ise bu dengenin arkasındaki güçlerin bağrında gelişmekte olan tehlikeli eğilimler hakkında bir uyarı işaret olarak algılanmalıdır. Ancak bu hareketin değerlendirilmesi bu yazının sınırları dışında kalmakta ve başlı başına bir makalenin konusu olmayı hak etmektedir.
● ONUR AYDEMİR ●
● 2025, ANKARA ●



