Bir Cumhuriyet Yazısı: Dayanışma, Eşitlik ve Değerler Üzerine Bir Deneme

Bizleri Cumhuriyet yetiştirdi.
Bunun gerçekte ne anlama geldiğini yaşamayan bilemez…
Ben hep devlet okullarında okudum. Hiç özel okula gitmedim. Yanlış anlamayın, bunu özel okullarda okuyanlara karşı bir kinaye amacı taşımadan yazıyorum. Bazı insanlarımız için özel okulda okumak kendi muhitlerinin bir icabı idi ve nitekim benim akrabalarımdan da böyle çok insan var. Ama Cumhuriyetin yetiştirdiği özverili öğretmenler eliyle büyütülmenin ayrıcalığını hiçbir şeye değişmem. Uzun sayılabilecek bir süre, ülkemizin hemen her köşesinde birbirine yakın düzeyde ve nitelikte eğitim verildi insanlarımıza. Bunun değerini sonradan anlayacaktık.
Annem bana hep Ankara Ünivetersitesi’nde Hukuk Fakültesi bitiren ve çok genç yaşta hakim olan dayılarımdan birinin masanın altında çalışırken diğerinin masanın üzerinde kitap okuduğunu, beden eğitimi derslerinde forma bulamadıklarından atletle koştuklarını, kışın ayaklarına bez sarmak zorunda kaldığını anlatırdı. Ama bu insanlar okudular; birinci sınıf birer insan ve yurttaş oldular. İnsani gelişim açısından bundan daha erdemli bir nokta olabilir mi?
Ben de aynı okullardan, aynı sıralardan geçtim. Kışın sobamızı yakar, sınıfımızı hep birlikte temizlediğimiz olurdu. Hiç unutmuyorum, L şeklinde bir sınıfımız vardı ve arka sırada oturanlar için öğretmen arada bir gözden kaybolurdu. Sahnenin dışına çıkardı. Ama hiç birimiz ne bir tek gün şikayet ettik ne de sızlandık. Oturup çalıştık sadece…
Ödevlerimi yetiştiremediğim geceler uyuyamazdım. Bunun nedeni sert bir ceza alma korkusu değildi. Öğretmenime karşı mahcup olmak endişesiydi. En önemlisi de arkadaşlarıma…
Birbirimize tutkunduk biz.
Cumhuriyet bize her şeyden önce insan ve yurttaş olma amacını, bir tür kolektif gelişme azmini aşıladı. Başkalarıyla eşit haklara sahip, ayrıcalıksız ve sorumlu kişiler olduğumuzu öğretti. Yardımlaşma ve dayanışma eğilimi kazandırmaya çalıştı. Herkese aynı renkte önlükler giydirdi örneğin, herkese beslenme çantası verdi. Herkes aynı şeyleri giydi ve yedi. Ekmeğimizi paylaştık. Ortak alanlarda oynadık, birbirimize haset etmeden, birlikte büyüdük.
Yıllar sonra birileri buna tektipleştirme, tahakküm, baskı dedi. Ne bileceklerdi ki eşitliğin, kontrollü ve denetlenmiş bir eşitliğin, dizleri yırtık pantolondan başka şeyi olmayan çocukların belki de tek gücü olduğunu. Nasıl anlayacaklardı ki ortak duyguları paylaşarak büyümenin insana kendini asla dışlanmış ve yabancı hissettirmeyeceğini.
Cumhuriyet bize ilkokulda satranç oynamayı, orta bölümde enstrüman çalmayı, liseye geldiğimizde Dostoyevski, Victor Hugo, Platon okumayı öğretti. Ben ilk Platon kitabını ortaokul birinci sınıfta, kütüphanenin camlı bölümünde gördüm örneğin. Daha o zaman aramızda engel olan camlı bölmeye inat, bir yerlere yazmıştım bu ismi. Hep birlikte oynanan oyunlar, birlikte geçirilen teneffüs dakikaları, birlikte kesilen doğum günü pastaları, kompozisyon ve şiir yarışmalarını kazananları sınıfın hep birlikte kutlayarak bir hatıra defteri, bir dolma kalem, bir pul defteri hediye etmesi…
Bugün bile Cumhuriyet sözcüğü geçtiğinde duygulanıyorum, burnumun direği sızlıyor. Nitekim hep de o günlerin hatıralarıdır yaşamımda iz bırakan.

Aramızda siyasal görüş farklılıkları olsa bile cumhuriyetimizle ilgili hiçbir tartışma söz konusu olmadı, böyle bir şey aklımıza bile gelmezdi. Hatta üniversitenin ilk yıllarında bile böyleydi bu durum. Bazı değerlerimiz vardı. Bir tür “asgari zemin” vardı ve bu “zemin” şu ya da bu şekilde ilişkilerin de temelini oluştururdu. Bu değerler gün geçtikçe aşındı, ufalandı ve herkes birbirinden koptu. İnsanlar tuhaf kliklere, gruplara ayrıldı. Çok ilginç günler yaşadık. Hiç beklenmedik kişilikler, politik hırs ve çıkar için birbirine her türlü kötülüğü yapabildi ve üstelik bunu gözünü bile kırpmadan yaptı. Bir süre sonra aslında toplumsal dejenerasyonun sanılandan çok daha yaygın olduğu ve aslında kimsenin tamamen güvenilir olmadığı, olamayacağı açıkça anlaşıldı.
Bu üzücü durum bile bir süre sonra “normal” kabul edilen bir şey oldu.
Günümüzde herkes kendi “normalleriyle” yaşıyor. Bu tür “normallere” uyum sağlayamayanlara “uyumsuz” diyoruz. Şahsen ben bu ikinci gruptanım, yani “uyumsuzlardanım”. Öğrendikerime hiç ihanet etmedim, yaşadıklarımı hep sorguladım ve hesap sormaya çalıştım çünkü başka türlü davranamadım, sineye çekemedim ve bu uğurda çok şey de kaybettim. Yine de, Edith Piaf’ın dediği gibi; hayır, pişman değilim, hayır…
Bugün bazı genç arkadaşlarımla çoğu zaman aynı ortamları paylaşıyorum. Bunların arasında iyi niyetli ve aydın görüşlü olanlar da var. Ama o yılları, o özveriyi, o dayanışma duygusunu yaşamadıkları hemen belli oluyor. Bir jest, bir hareket, bir göz teması, bir davranış… Hemen tehşis ediyorum durumu; fırsatçı ve ben merkezci eğilimler kendini çabuk ele verir, durumu anlıyorum ama çoğun zaman belli etmemeye çalışıyorum. Yine de gözlerimin önünden belli belirsiz bir bulut geçiyor. Yüreğim yanıyor. Bazı şeyler çoktan bitmiş gibi geliyor bana ve ne yazık ki bu durum her fırsatta önüme çıkartılıyor. Yine de ben gençlere, çocuklara hiç kızamıyorum. Kimler neler yaptı, nelere göz yumdu, neleri görmezden geldi, üstelik gözümüzün içine baka baka… Şimdi ben bu çocuklara nasıl sitem edebilirim ki?
Küçük hesaplar, küçük çıkarlar, unvanlar, titrler, kaprisler, birbirini engelleme gayretleri, entrikalar ve o koskocaman egolar…Bu durumun aslında yeni bin yılın başlarında çoktan başladığını bugünden bakınca daha net görüyorum.
Keşke her şey başka türlü olsa, başka türlü yaşansaydı diyorum bazen. Evet, her şeyimiz yoktu belki. Hangimizin her şeyi var ki? Hatta itiraf etmek gerekirse hiçbir şeyimiz asla tamam olmadı. Benim kitaplarım takvimler ve naylonlarla kaplıydı. Yüzlerce kurşun kalemimiz yoktu. Biri bitmeden diğeri alınmazdı çünkü. Sonuna kadar, kalem elimizin içinde görünmez olana kadar yazardık. Sarı, saman yapraklı defterlerimiz vardı sonra. Bulduğumuzda ona bile şükrederdik. Pantolonlara yama yapıldığını hatırlarım.
Bunun yerine başka bir şey vardı bizde ve o başka bir şeyi ben sözcüklerle anlatamıyorum. Ama gerçekten özlüyorum. Keşke o başka bir şeyi toplum olarak biz hiç kaybetmeseydik…
● ONUR AYDEMİR ●
● 2024, ANKARA ●



