onur aydemir blog

onur aydemir blog

Bir dijital flanörün not defteri…

Nisan 2025
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
282930  
§

Art Chagall childhood trauma creative nonfiction deneyim dijital corpus denemesi dünya Edebiyat Eleştiri flanörün günlüğü flâneur’s diary goebbels rhetoric history holocaust innocence and loss Jeopolitik Kültür melankoli modern political manipulation modern şiir nostalji Onur Aydemir Painting Paris personal narrative political aesthetics Political Analysis politics politika post-truth politics Psikanaliz Rus Edebiyatı russia Rusya rüya Savaş Siyaset Soviet Union Tarih Tolstoy trauma aesthetics trauma and memory trump Türk edebiyatı USA war memoir çocukluk anıları Şiir şiir şiirsel anlatım

BİR KAVRAM

OLGU: Suskunluk Sarmalı
KÖKEN: E. Noelle-Neumann, 1974
TANIM: Bireylerin, görüşlerinin toplumda azınlıkta kaldığını düşündüklerinde dışlanma korkusuyla sessiz kalma eğilimi.

YILIN OKUMALARI

Körleşme – Elias Canetti

Berlin Alexanderplatz – Alfred Döblin

Aylak Adam – Yusuf Atılgan

DİKKAT: DÜŞÜNCE İÇERİR

Sayfa Kenarı Notu

“Geçmiş hiçbir zaman ölmemiştir. Aslında geçmiş sayılmaz bile.”

Faulkner’ın bu sözü, Holokost hafızasının bugünü nasıl şekillendirdiğini mükemmel özetliyor. Travma statik değil, yaşayan bir varlık.

08 EKİ

Kaldırımdaki ıslak yaprakların üzerinde yürürken, her adımda ezilen geçmiş bir mevsimin fısıltısı duyulur… Şehir, en melankolik şiirini sonbaharda yazar.

Karanlıklar Altında Bir Anadolu: Bir Deprem ve Tarih İncelemesi

6 Şubat depreminde yitirdiklerimizin aziz hatırasına…

Gitti Mecnûn hâne-i dehri bana ısmarladı,
Bir harap evdir kalır divâneden divâneye…

Önemli, can alıcı konularda genellikle çok yazı yazılıyor ve herkes kendi durduğu yerden bir şeyler söyleyecektir elbette.. Son yıllarda sosyal medyanın gelişmesiyle ülkemizde gayet konuşkan bir toplumun ortaya çıktığını görüyoruz. Genellikle de siyaset yazıyorlar. Hızla değişen bir “akışta” sürekli ve çok yazmak orijinal görüşler ileri sürmek anlamına gelmiyor ama olsun… Dileyen dilediğini okur ve istediği aralıktan düşünür nasıl olsa…

Bir felaket, özellikle bizim kendimizi içinden ayırıp sökemediğimiz, daha açığı bizim bir parçamız haline gelen, etimizle kemiğimizle bütünleşen, sürekli tekrarlayıp artık neredeyse “bizden olan” bir felaket nasıl ele alınıp adlandırılabilir ki? Böyle şeylere “yazgılı” olduğumuz ifadesi dilimin ucuna geliyor ama bu konularda artık “yazgı” gibi kadere ve teslimiyete göndermede bulunan ifadeler kullanmak sıradanlaştı. İnsanlar alışkanlıkla tepki gösteriyorlar ve üstelik bu ifadeden ne kastettiğimi anlayamamalarını doğal karşılamak gerekiyor. Benim hissettiğim, düşündüğüm “yazgı” çok farklı bir şey oysaki… Bu yazgı daha çok insan eliyle (de) yaratılan ve insan ile coğrafyanın iç içe geçmişliğini, hemhâl olmuşluğunu imleyen bir sözcük gibi geliyor şu an bana. Bunu ilk düşündüğüm an irkildiğimi anımsıyorum. Depremden sonra beni üzen, ürperten kavramların başındaydı bu “yazgı” sözcüğü…

Hafızam beni çok uzağa değil, belki birkaç yıl öncesine götürüyor. Ailemin yanına ziyarete gittiğim hafta sonlarından birine. O zamanlar henüz “felaketler konjonktürüne” girmiş değiliz, nispeten daha özgür ve rahat hissediyoruz kendimizi. Ankara’da yaşayan biri olarak sürekli İzmir ziyaretleri yapıyorum. Ankara ve İzmir arası uçakla çok rahat ve keyiflidir, özellikle yaz aylarında ve gündüz vakti giderseniz ve hava biraz bulutluysa kendinizi bir masal diyarında hissedersiniz. Yaşadığınız ülkenin ve dünyanın bütün karşıtlıkları bir şekilde unutulur. Masmavi gökyüzünün güneşle kavuştuğu ufuk çizgisi, aşağıda sanki peri kızlarının, gökyüzü padişahlarının üzerinde oturup dinlendiği minderlere benzeyen güzelim bulut kümeleri, onların aldığı türlü şekiller… Uçağınız İzmir’de Adnan Menderes Havalimanı’na yaklaşırken yaklaşık bir 90 derece dönerek alçalır. Sakin, güvenli bir iniş olacaktır bu, altınızdaki yeryüzü düzdür ve bir ovayla denizin birleştiği yerde bulunmaktadır. İşte o anda önünüze bütün güzelliğiyle, pırıl pırıl bir deniz çıkar. Denizin karayla birleştiği çizgiyi, yollardaki kamyon ve tırları, muntazam bir sıra halindeki evleri, kısacası büyük bir kavuşmayı izlersiniz.

Ne yazık ki benim burada sözünü edeceğim böyle masalsı bir gündüz yolculuğu değil. Karanlık, kopkoyu bir gece yolculuğu… Anadolu’nun, o görkemli ve lirik ifadesiyle “Anadolu Platosunun” distopik, tuhaf, belki de bir korkulu düşten yahut bir cehennem alegorisinden alınmışçasına önünüzde serildiği, alabildiğine ürpertici, acayip bir yolculuk. Tıpkı tatlı bir uykunun ortasında sallanan bir beşiğin devrilmesi gibi… Ama bunun ne anlama geldiğini ileride anlatacağım.

Gece yaptığım onlarca yolculuk vardır ve bugüne dek hiçbirinde uyumadım. Gece yolculuklarında yolcular genellikle en tatlı uykusunu uyur; vasıtanın sallantısı, motorun yeknesak ritmi belki bir ninni gibi gelir onlara… Bense hiç uyumam. Bu gibi yolculuklara sıkça çıktığımız çocukluğumda da uyumaz, gökyüzünde yıldızlar belirene kadar dışarıya bakar dururdum. Eğer bu bir kara yolculuğuysa, otobüsün iştahlı bir çocukmuşçasına yuttuğu yol çizgilerini, kenardaki mavi fosforlu, parlak kilometre taşlarını, otobüsün parıldayan ve türlü renklerle çocuk dünyama heyecan veren gösterge panelini izler dururdum. Uçakla yapılan bu gece yolculuğunda da uyku tutmadı. Bir gece karanlığında Anadolu’ya yücelerden, sanki Tanrısal bir noktadan bakarak geçirilen bu bir buçuk saati, onun bende husule getirdiği duyguları, içimdeki titremeyi, korkuyu, üzüntüyü, bütün bunların aynı anda ve sanki tek bir hissiyatın parçalarıymışçasına yaşanmasını bilmem ki nasıl anlatmalı…Bilmeyenler için yazalım; gece vakti Ankara bir ışık denizidir. Yukarıdan baktığınızda ferahlarsınız. Uçağınız Esenboğa’ya yaklaşırken, İzmir inişinin aksine, dağların, tepelerin arasında alıcı bir kuş gibi döne döne yerdeki toprağı ararken hissiyatınız daha çok bir doğum sancısına benzemektedir. Sanki güzel bir yolculuğun bittiğine üzülmez de altınızda parıldayan, rengarenk boncuklara benzeyen bu ışıkların titreşimini görmekten çocuk gibi sevinir, derin bir nefes alır ve mutlu olursunuz. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen ve size türlü hayaller, çokluk karanlık hayaller gördüren bir yolculuğu geride bırakmış, bir karanlık denizinden geçmiş, ölüm ve sonsuzluğu ama her şeyden ötesi derin bir hiçliği çağrıştıran bir tünelden çıkmışsınızdır sanki…

Derin bir hiçlik…

Bazen düşünüyorum da Anadolu geceleri ne kadar da benziyor derin bir hiçliğe. Beşik gibi sallanan bir koskocaman hiçlik kalmış sanki geride. O gece de öyle hissetmiştim. Uçak Ankara’dan ayrıldığı anda karanlık bir dehlizin içine girmiştim. Yeterli irtifaya çıkıp kabin ışıkları da söndüğünde, aşağıda simsiyah bir okyanus kalmıştı. Bakmaya bile korktuğunuz bir karaltı, sanki yanınızdan süzülüp giden ölü bir adamın hayali gibi. Yine de aşağıya bakmaktan, dipsiz bir uçuruma, bir kuyunun dibine, belki de geceleri bir deniz fenerinden dahi mahrum bir kıyıya bakar gibi bakmaktan geri durmamıştım. Bir ışık denizi ve gerisi karanlık. Aşağıda Anadolu var ve Anadolu uyuyor… ne acayip şey. Sanki insansız, yaşamsız, girişin çıkışın yasak olduğu bir mahrumiyet bölgesi. Böyle yerler vardır, insanların girişi çıkışı yasaklanmıştır. Çin’de olduğunu anımsıyorum, Amerika’da Teksas 51. Bölge vardır, insanlar giremez. Ben çocukken Ukrayna’da Çernobil Nükleer Santrali patlamış ve Sovyetler Birliği bölgeyi yüz bin askerle karantinaya alıp kapatmıştı. Hatırlıyorum, gazeteciler gidip çekim yapmak istemişlerdi ama asfalt yoldan ayrılamamışlardı, radyasyon vardı, insan giremezdi, giren başkasını da öldürür başkasının katili olurdu. Öyle bir hiçlik…sanki insanların girişinin yasak olduğu bir bölge. En yakın yer Polatlı, Ankara’nın çeyreği kadar bile ışık yok. Sonra, belki Afyon. Yukarıdan tek tük ışıklar sanki dağlardaki çoban ateşleri ya da küçücük bir alevin etrafında dönen çaresiz ateş böceklerine benziyorlar. İnsan bu ıssızlık ve tepeden gördüğü bu umutsuz çaba karşısında büsbütün ezilip içerliyor. Çaresizliğin yarattığı bir utançtan haşyetle titriyor, sanki toprağın içinden fırlayan eğri büğrü kemiklere benzeyen birkaç elektrik direği ya da lambanın iğreti, biçimsiz görüntüsü karşısında dehşete kapılıyor. Filmlerde, evet ancak sinema filmlerinde görebildiği başka uzak şehirlerin, başka ışık denizlerinin karşısında, sanki Tanrının lanetine uğramış gibi duran bu çarpık elektrik direkleri, birkaç küçük ateş ve onu boğan karanlık. İşte hepsi bu. Birden akılma geliyor; eğer uçağımız bu karanlıklar deryasının içinde bir yerde düşse ve biz bu düşen uçaktan mucize eseri kurtulsak, bir dağın yamacında ya da bir çukurun içinde kalakalsak akıbetimiz ne olur? Kurtlar ya da köpekler bizi parçalamadan ya da gece soğuktan donmadan sabaha çıkabilir miyiz? İnsanın aklına öyle tuhaf düşünceler geliyor ki… Sonra en basit, sorulması en akla yakın ve makul soruyu sormamış olduğumu fark ediyorum: burada hiç insan yaşamadı mı?

Öyle ya Avrupa’da yüzlerce ya da binlerce yıllık evler, saraylar, sokaklar hatta mazisi beş yüz yılı geçen kahve dükkanları, lokantalar, çeşmeler, birahanelere tesadüf etmek nadirattan değildir. Öyle evler var ki bir ailenin hiç yoksa altı ya da yedi nesli oturmaktadır. Kütüphanelerinde çalışmış meşhur düşünürler, bilim insanları bulunur. Sorduğum soru karşısında hayretle donuyorum. Bomboş… insanı çıldırtacak şekilde boş. Bir çöl gibi boş! Boşluğun kendine has hissiyatı, mecazı, dokusu, kekremsi tadı… Boşluğun insanı öfkeden delirten, isyan ettiren umursamazlığı, küstahlığı. Aklıma bugüne kadar oturduğumuz, gördüğümüz binalar, evler geliyor, mazisi en fazla 50 yıllık! Sanki bir nesil geçmeden hepimiz kumdan kaleler gibi un ufak olacağız! Toz ve kül! Gidiyoruz, gidiyoruz, insan tekniğinin geliştirdiği en hızlı vasıtayla ve en yüksekten, kulaklarımızı tıkayıp nefesimizi daraltacak kadar yüksekten uçuyoruz ve bulutsuz gökyüzünden aşağıya bakarken bir ışık, kahrolası bir tek sarı aydınlık nokta göremiyoruz! Aklıma Andrey Tarkovsky’nin Stalker filmi geliyor. Filmde mevcut realitenin bir antitezi olarak kurgulanan “bölge” ye yolculukta kullanılan basit, işlevsel lokomotifin o yeknesak sesi kulaklarımda yankılanıyor, gri beyaz bir ormanın sisli görüntüsü içimi üşütüyor, yol uzun ve inatçı ama biz de inatçıyız, gidiyoruz gidiyoruz gidiyoruz…yol bitmiyor!

Nikola Ostrovski, Çeliğe Su Verildi romanında doğayla inatlaşan Komsomol öğrencilerinin Sibirya’nın korkunç ikliminde, soğukla ve tipiyle savaşarak döşediği tren raylarını anlatmıştı. Çeliğe verilen su, doğaya egemen olmanın, onunla “inatlaşmanın” bir ifadesiydi. Doğayla inatlaşmak? Yolla, içimizdeki düşmanımız olan ölümle ve dahası hepimizi toz ve küle çeviren zamanla inatlaşmak?

Bir yüz yıllık vadede değişmeyi başaran, kabuğunu az da olsa kıran ve belki ve buradan geleceğe kalacak olan bir tek Ankara var. Oysaki Ankara’nın eski hali Anadolu’nun geri kalanından hiç de farklı değildi. İnsan düşünmeden, sorgulamadan, dişlerinin arasından fısıldayarak ve yarım ağızla da olsa telaffuz etmeden yapamıyor: sanki süreklileşmiş bir afet lanetlemiş bizi. Artık bu nasıl bir afettir, bizim hangi hususiyetimize musallat olmuştur, bilemiyorum.

Halide Edip, Türk’ün Ateşle İmtihanını (Adıvar, 2016) yazarken Ankara’ya gelişini şu Bektaşî nefesiyle açar; “Gitti Mecnun hane-i dehri bana ısmarladı, bir harap evdir kalır divâneden divâneye…” Olanca nikbinliği, her adımda bir sevinç emaresi bulmaya çalışan kendine has iyimserliği içinde bile Anadolu Platosu o asık suratıyla karşımızda çatık bir kaş gibi durur sanki… Adıvar, kendisini garda karşılayıp eve götüren çocukluk arkadaşı Didar hanımla birlikte Ankara sokaklarından geçer (2016: 136),

Zifiri karanlık sokaklardan onun (Didar hanımın) evine arabayla gittik. Yollar bir taş ve çamur deryası idi. İki tarafta dizili, basit kulübelerin pencerelerindeki ışıklara bakıyordum. Koyun pazarını geçtik. Atlar her adımda tökezliyordu. Nihayet, dar bir sokağa vardık.

Elbette o zamanlar Ankara bir köyden hallice… Çeşme başında kadınlar su doldururken etraflarında her köy yerinde olduğu gibi oynayan, ihtimal ki ayağı çıplak köylü çocukları var. Bütün o harap görünümüne rağmen çok eski bir yerleşimdir Ankara. Binlerce yıllık geçmişi olan, tarihi yapıları bulunan, kadim bir yer. Yine de dar, kapalı ve soyutlanmış bir çevredir.

Sabah olunca etrafımı daha iyi görüyorum. Evin arka tarafındaki yatak odamızdan karşıdaki Cebeci sırtları görünüyordu. Sabahın sisleri arasında yükselen bu sırtların etrafını garip bir eflatun renk sarmış, uzaklardan sapsarı toprak yığınları ve yer yer yeşillikler görünüyordu. Bazen Ankara’dan “En Kara” diye bahsederler… (2016: 137).

İşte böyledir geçtiğimiz yüzyılın başlarındaki Ankara. Halide Edip, Ankaralıların o dönemde garip bir bölgecilikle dışarıdan gelenlere güvenmediklerini, onlara mesafeli durduklarını ve Yaban saydıklarını söyler. Yaban! Ne kadar da vurucu, anlam yüklü ve bildik bir deyimdir Ankara ağzında… Leyla Neyzi yıllar önce bir sözlü tarih çalışması yapmıştı; adı, “Yabanlar ve Yerliler” idi. Yaban demek, kısaca “bizden olmayan, buralı olmayan, dışarıdan gelen” demektir. Bu Yaban sıfatının altında aslında gizliden gizliye bir Anadolu-İstanbul gerilimi, belki de bütün bir tarihin, ihmalkarlığın, istismar edilmişlik hissiyatının duygusal yükü gizlidir. Benzer bir duygusal yük Kurtuluş Savaşı sırasında da ortaya çıkmış olmalıydı diye düşünüyorum kafamda Halide Edip’in Ankara üzerine yazdıklarını, karşılaştığı manzarayı düşünüp tartarken. Öyle ya, bir yanda yüzlerce yıldır savaşıp duran ve neredeyse bir mahrumiyet bölgesinde yaşayan yorgun bir halk, diğer yanda Erenköy’ü, Doğruyol’u ile mamur, görkemli bir mütareke İstanbul’u…

O zamanlar taş bir binadan ibaret olan Büyük Millet Meclisini Ziraat Mektebi olarak İttihatçılar yapmışlardı, etrafındaki Numune çiftliği ve oradaki tek tük yapılar gibi… Halide Edip, anı romanında, Meclis binasına arabanın zar zor çıktığını yazıyor. Aslında o dönemlerde Ankara’ya ve Anadolu’ya gelenlerin hepsi benzer şeyleri anlatır. Bitten ve tahtakurularından geçilmeyen ahırdan bozma hanlar, kolerası ve sıtmasıyla ortalığı kırıp geçiren salgın hastalıklar, geceleri dağlarda dolaşan aman vermez eşkıyalar…Muhittin Birgen’in hatıratını anımsıyorum; Kurtuluş Savaşı için İnebolu’dan Anadolu’ya geçtiğinde yaptığı yolculuk adeta bir çile, bir ıstıraptır onun için. Aynı şey Yakup Kadri Karaosmanoğlu için de geçerlidir. Halide Edip’in kaldığı köy evinin altı bir ahırdır. O dönem Ankara bir başkent değil bir karargâh, Anadolu ise bir yerleşim değil bir yol, bir güzergâh görünümündedir. Aynı Anadolu hem savaşta işgale uğrayıp yandı hem de irili ufaklı onlarca isyan ateşi içinde.

Yine Halide Edip’ten devam edelim. Onun anılarındaki Anadolu, bütün neşesiyle bir pastoral roman gibi tasvir etmek istemesine karşılık tarihsel bir şok ve acının insanın yüzüne kendini durmadan çarptığı soğuk bir hakikattir sanki (2016: 255-256) ;

Sivrihisar, büyük bir yanardağın ağzındadır. Yarım ay şeklinde kayalıklar Sakarya’ya hakimdir. Buraya Binbaşı Tahsin’le beraber giderken, bu kayalıkların ucu göklere değiyormuş gibi bana yüksek göründü. Sivrihisar yolunda en büyük köy Mülk ’tür. Anadolu’da böyle bir köyün bulunduğu aklımdan geçmezdi. Bağları, bahçeleri, iki üç katlı taş binaları vardı. Bu defa, orası dinamit ile yıkılmıştı. Kadınlar, yıkıntılar arasında hasta çocuklarla uğraşıyorlardı. Bazıları da tarlalardaki yanmış ekinlerin arasından bir şeyler çıkarıp çocukların karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Yunanlılar en fazla burasını yakıp yıkmışlar, yaşama vasıtalarını ortadan kaldırmışlardı. Ne kimsenin başında bir dam, ne hayvan ne de yiyecek kalmıştı. Kerem dedenin karısı Fatma nine ile konuştuk: Ah evlâdım, dedi. Ne oturup da yazı yazıyorsun. Boğazları kesilmiş bir halk için yazı ne işe yarar? Bu köyün üç bin sığırı ve koyunu vardı. Şimdi yaralı kocamla kızıma yedirecek yumurta bile bulamıyorum. Bir tek tavuk kalmadı. Tuz bile yok! Yaprakları, otları kaynatırken insan içine bir parça tuz koyabilse…

Ben bunları aklımdan bir şimşek hızıyla geçirip dururken uçağımız türbülansa giriyor. Aklıma biraz önce düşündüğüm ama hemen düşüncemden kovmağa mecbur olduğum o meşum ihtimal geliyor. Ya uçağımız düşerse? Ya bu dağ başlarında, ıssız çıkıntılarda, üzerinde tek bir ateş bile yanmayan bu kuru yazıda çakılıp kalırsak! Türbülans o kadar uzun sürüyor ve öyle şiddetli oluyor ki yolculardan bazıları o karanlıklar içinde çığlık atmaya başlıyor. Tıpkı bir deprem gibi. Evet bir deprem; tekinsizliği, aniden çıkıp gelişi ve korkutucu sesleriyle, havadaki bir deprem…

Aklımdan hiç çıkmayan deprem görüntüleri var. Anadolu bir beşik, ama gerçek anlamda bir beşik gibi sallanıyor. En yakını Marmara Depremiydi. Gecenin üçünde ve yine böyle karanlık bir saatte olmuştu. Depremlerin büyüğü neden gece olur? İnsanları uykularında boğmak için mi? Bir karabasan gibi ellerini ayaklarını bağlamak için mi? Enkazın altından kulağıma çığlıklar geliyor. İnsanlar Gölcük’te denizden semaya bir ateş topu fırladığını, geceleri yırtıcı hayvanların göçük altındaki insanları yemek için dağlardan indiğini anlatırlardı. Hep böyle mi oldu? Hep bu şekilde mi yaşandı? Bundan mıdır bizim yüz yıllardır Mecnun gibi şu boş ve çoğunlukla çorak topraklara umutsuzca bakıp durmamız? Hangi afettir ki bu insanları dünyadan ayrı, kendi başlarına bir garip yaratık gibi kilden bir çölün ortasında kaderine terk edip aynı yaşamın içinde döndürüp duran? Aklıma Reşat Nuri’nin Değirmen’inde anlattığı Sarıpınar 1914 hikayesi geliyor. Bursa’nın Sarıpınar kazasında, aslında bir deprem olmamıştır, yıkılan yalnızca içinde kaymakamın da bulunduğu bir binadır. Ancak işler öyle bir hal alır, olaylar öyle gelişir ki, büyük bir zelzele (Zilzâl Arapça’dır, büyük, dehşetli sarsıntı anlamına geliyor olmalı, gerçekten insanı titreten bir söylenişi var. Tıpkı “Sayhâ” gibi, o da insanı böyle dehşete salan bir sözcük, çığlık anlamına geliyor, yakın ve neredeyse tematik kullanımları insanı ürpertiyor) bir deprem haberi İstanbul’a, hatta dünyanın geri kalanına bile yayılır. Bu nedenle köylüler ve kaymakam el birliği ile sağlam yapıları da yıkarlar. Köyde deprem görüntüsü oluşturmak hiç de güç olmamıştır, zaten her yer bakımsızlıktan harap ve virane haldedir. Ziya Paşa’nın “Dolaştım mülkü İslam bütün viraneler gördüm” ifadesi gibidir kısaca. Burası zaten yokluktan, yoksulluktan, ihmalkarlık ve bakımsızlıktan sürekli bir afet ve felaket bölgesi halindedir. Bu nedenle de Sarı pınarlılar bir afet görüntüsü yaratmakta hiç de zorlanmazlar. Gelen yerli ve yabancı heyetler de gördükleri felaket görüntüsünden çok etkilenirler.

Bu sürekli felaket görünümü Anadolu’da ne kadar zamandır var? Burası kaç defa yıkılmış? Biz insanlar ne kadar zamandır buradayız? Yalnızca deprem ve doğal afetler mi yıkmış burayı? Bin yıldır Türklerin burada olduğu söyleniyor. Ondan önce de dünyanın en eski ve en bereketli yerleşimlerinden biriymiş. Neolitik devrim burada olmuş. Uygarlığın beşiğidir diyen de var. Beşik. Sallanıyor. Yalnızca sallanıp tarumar olan yerleri değil, sallanmayan yerleri de bir enkaz görünümündedir. Sanki beşiğin etrafına saçılan oyuncaklar gibi… Anadolu bir beşik, içinde hepimiz uyuyoruz. Ya uyuyor ya da arada bir uyanıp ağlıyoruz… Beşik. Bu alegori, bu düşünüş şekli beni hayrete sürüklüyor. Eskiler, ama en eskiler, kadimler bir Moğol işgali anlatır. Acaba fillerin ayaklarının altında da böyle beşik gibi sallandık mı? Kalelerin yıkılıp insanla dolu çukurların üzerinden fillerin geçirildiği söyleniyor. O günlerden mi kaldı bu afetler başımıza?

Âmin Maalouf Yüzüncü Ad romanında, Lübnan’dan başlayıp İzmir’e uzanan yolculuğun en zor, en felaketli yerini yine Anadolu Platosu olarak gösterir. Bir roman olmasına rağmen 1600’ lerin Anadolu gerçekliğiyle uyuşan bir tablodur bu. Nitekim romanın devamında da salgın hastalıklar ve moral çökkünlük yüzünden yolculuk dağılma noktasına gelmiştir;

27 Eylül. Hanı işleten kişi, Konya’dan gelen kimi söylentileri bize aktarınca sevincimiz kursağımızda kaldı: söylentilere bakılırsa bu kentte veba vardı ve kapıları tüm yolculara kapalıydı (…) Kervancı biraz ilerlemeyi ve koşullar zorlarsa yolu değiştirmeyi düşünüyor… 30 Eylül. Konya yakınlarında veba söylentileri ne yazık ki yalan çıkmadı. Kervanımız kentin çevresinden dolandı ve batıya doğru gidip, meram bahçelerine dikti çadırlarını (…) Bir öğle vakti geldik buraya ve koşullara karşın neredeyse bir “bayram” havası diyecektim ama değil, daha çok umursamaz ve boyun eğmiş bir gezinti havası vardı (…) gözlerimi, sur kulelerini gördüğüm, kubbelerini, minarelerini seçer gibi olduğum, hemen yakınımızdaki kentten ayıramıyorum. Oradan her şeyi örten, her şeyi karartan başka bir duman yükseliyor. Bu koku bize kadar ulaşmıyor Tanrıya şükür ama hepimiz burun delikleriyle duyuyoruz onu ve kanımız donuyor. Veba, ölümün dumanı. (Maalouf, 2011: 82-83)

Salgın hastalıklarla çileye dönüşen bir Anadolu yolculuğunu düşlemeye devam ediyor yazar;

Bu karantina, Afyonkarahisar’a gelene dek, tam dört gün sürdü. Kara afyon kalesi… Tedirgin edici bir adı olan ve tepesinde gerçekten de çok eski bir kalenin karanlık silueti yükselen bir kasabaydı burası. Yolcu hanına yerleşir yerleşmez kervancı gelip beni buldu. Yanıldığını, vebaya yakalanmadığımın açıkça belli olduğunu, iyileştiğimi gözlediğini ve yarın sabahtan tezi yok kervana katılabileceğimi söyledi. Yeğenlerim onunla tartışacak oldular, ama susturdum onları (…) Ne ona, ne de yakınlarıma söylemediğim şey, görünüşe karşın hiç de iyileşmiş olmadığımdı. Bedenimin derinliklerinde dağınık bir ateşin, kışın yakılmış bir kor yığını gibi beni ısıttığını, durmadan ısıttığını hissediyordum ve çevremdekilerin yüzümdeki kırmızılığı fark etmemelerine şaşıyordum. Ertesi gece bir cehennem oldu. Titriyor, kıpırdayıp duruyor, soluk soluğa kalıyordum; giysilerim çarşaflarım suya batmış gibiydi. Güçsüzleşmiş kafamın içinde dolaşan ses ve yankı karmaşasında, “dul”un başucumda mırıldandığını duydum: “Yarın gidemez. Bu durumda yola çıkarsa, Listana’ya var- madan ölür.” Listana, Cübeyl’deki insanların dilinde İstanbul’un o sayısız adlarından biriydi: Tıpkı İslambol, Bizans, Dersaadet, Konstantiniyye gibi… Gerçekten de ertesi sabah ayağa kalkmaya hiç yeltenmedim. Büyük olasılıkla geçen günlerde gücümü tüketmiştim; bedenin kendini toplaması için zamana gereksinimi vardı (2011: 91).

Yolculuğun bir yerinde kervancı başları onlara yörede kaybolan ve hep Konya civarında görülen lanetli, hayalet bir kervanın hikayesini anlatır. Karada görülen dehşetli bir korsan hikayesi gibi… Hikâyeye göre bu kervanla karşılaşıp onlarla konuşanlar da lanetlenir ve sonsuza kadar onlarla burada dolaşmaya mecbur olurlarmış;

Ama bugün öğlen vakti, gerçekten de bir kervanla karşılaştık. Yemek yemek için bir su kenarında durmuştuk. Uşaklar, hizmetçiler çalı çırpı toplayıp ateş yakmak üzere koşuşuyorlardı ki yakın bir tepenin üstünde ansızın bir kervan belirdi. Bir iki dakikada da yanımıza geldi. Bir söz dolaştı ortalıkta: “Bunlar onlar; hayalet kervan bu!” Hepimiz felce uğramış gibiydik, sanki tuhaf bir gölge vardı alınlarımızda; gözlerimiz gelenlerde, alçak sesle konuşabiliyorduk ancak. Onlarsa bir toz ve sis bulutu içinde yaklaşıyorlardı çok hızlı yaklaşıyorlar gibi geldi bize. Yanımıza geldiklerinde hayvanlarından indiler; kendilerine benzer birileriyle karşılaştıkları ve serin bir köşe buldukları için çok sevinmişe benziyorlardı bize doğru koşarken. Yüzlerinde kocaman gülümsemeler, Arapça, Türkçe, Farsça, Ermenice sözlerle selamlamaya başladılar bizi. Bizimkiler zor durumdaydı, ama hiçbiri kıpırdamadı yerinden, hiçbiri kalkmadı, hiçbiri verilen selamı almadı. “Neden konuşmuyorsunuz?” dediler sonunda. “İstemeden sizi incittik mi yoksa?” Kimsenin kılı bile kıpırdamıyordu. Gelenler belli ki rahatsız olmuşlardı bu durumdan ve tam geri dönüp gitmek üzerelerken ansızın bizim kervancı kahkahalarla gülmeye başladı; karşıdan da öbür kervancının, daha gürültülü kahkahası onu yanıtladı. “Lanet olsun sana” dedi bu sonuncusu, kollarını açmış yürürken. “Onlara yine şu hayalet kervan hikâyeni mi anlattın? Ve hepsi de yutmuş bu mavalı! Herkes ayağa kalktı bu sefer; sarılıp öpüşmeye başladılar, kendilerini bağışlatmak için birbirlerini davet ettiler (2011: 87)

Bu neviden neredeyse çöllere yaraşır korkulu, hastalıklı hikayelerin Anadolu’dan çıkması nasıl da düşündürüyor insanı. Aklıma Gülten Akın’ın şu dizeleri geliyor;

Kesti ışığını Bolunun beyi / İki kaşın arasına ay düştü…

Şevket Süreyya Aydemir. Suyu Arayan Adam’ında bir Anadolu yolculuğu anlatır. Tam bir felakettir. Edirne’den askere alınıp Kafkasya dağlarına yollanan yazar ne doğuda ne de batıda bu kadar tekinsiz, yorucu, ıssız, insanı canından bezdiren bir yolculuk yapmadığını yazmaktadır;

İstanbul banliyösünün köşkleri, konakları, bahçeleri, bağlar yahut sırtlarını yeşil yamaçlara vermiş köyler pek çabuk arkada kaldılar. Sonra tren gecenin bağrına daldı. Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüğüm köşesinde ben de gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyordu. Bu bozkır, benim şimdiye kadar gördüğüm, alıştığım topraklara hiç benzemiyordu. Yol ilerledikçe çıplaklık da artıyordu Kel tepeler, çiğ bir güneş altında yanan kıraç, çorak kırlar (…) Köyler görürsünüz ki, insanlar yerin altında yaşarlar. Jeolojik devirlerin biriktirdiği eski yanardağ küllerini, tarih öncesi kazmaların eşi olan âletlerle delebilen insan, bir tepenin altında kendisine dam, oda, ahır, samanlık kovukları oymuştu. Bu kovukların içinde ağır, fakat daima serin bir hava bulursunuz. Testiler, küpler, kilimler, kaplar için duvarların iç sinde ayrı ayrı yerler oyulmuştur. Tepenin altını dolduran bu yeraltı evlerinin, bu mağara konutlarının bazan birinden diğerine geçilir. Havaya açılan deliklerden içeriye loş bir şık sızan bu yeraltı dehlizlerinde, tarih öncesi devrinin mağara adamı gibi dolaşırsınız. Acaba hangi devirde, nerede yaşıyorum, dersiniz. Her şey sizden ayrı, her şey size yabancıdır. Bu alem sanki başka bir gezegenden kopmuştur. Başka bir çağdan arta kalmıştır. Toprağında çalı bile bitmeyen bu ölmüş dünya kabuğu üstünde öküzler, inekler, eşekler ancak keçi kadardırlar. Dağda adına ekin denilen şey, ancak nasırlı ellerle yolunabilen, sıska, dağınık bir şeydir. İnsanlarla hayvanlar bu kavruk bitkiden nasiplerini çıkarırlar diye düşünürsünüz. Tıpkı kara taşlar gibi kavruk, tıpkı kara taşlar gibi asırların soğuğunda, sıcağında kuruya kuruya adına güzellik denilen hayatiyeti tamamen unutmuş mihnetli bir insan varlığı sizde acı düşünceler uyandırır. Yerde bir toprak sedirin üstüne çöktüğünüz zaman bu insanlar, size yanık bir toprak kap içinde ekşi ayranlarını sunarlarken nazik görünmek isterler. Çocuklar, kadınlar, erkekler etrafınızı alırlar. Onlara baktığınız zaman, henüz yenice olan elbisenizden, henüz parçalanmamış ayakkabılarınızdan hatta yüzünüzün taze, sıhhatli renginden utanırsınız. Gençleri ise, işte bu hayatı korumak ve işte bu dünya nimetlerinin hakkını ödemek için yabancı cephelere götürülmüşlerdir. Bu mağaralarda kalanlar, o gidenlerin, hatta gittikleri memleketlerin isimlerini söylemeyi bile beceremezler (Aydemir, 1965: 81- 82)

Aydemir, Halide Edip’in anılarındaki “bölgeciliği”, yani Anadolu-İstanbul gerilimini, zaten bir “yıkıntı” görünümündeki bu coğrafyayı betimlerken karşılaştırmalı olarak vermektedir;

Tuzlu bozkırlar, ufukları çıplak dağlarla çevrilen büyük düzlüklerdir ki…uzaktan güneşin altında gümüş göller gibi parlarlar. İnsan bu tuzlu bozkırların birini aştım zannederken, diğerine geçer. Buralarda ufuk yolcuya, hiçbir zaman varılamayacakmış gibi sonsuz ve yeis verici görünür (…) Buraları eski ve artık kurumuş denizlerin dibidir. Stepia ortasında yahut ufkun altında görünen karaltı, toprak bir han damıdır ki, içine girmeseniz bile, merdivenle inilen kuyusunda bir yudum acı su olsun bulabilmek için oraya varmanız lâzımdır. Dudaklarınız çatlamıştır. Dizleriniz kesilmiştir. Rüzgârların savurduğu tuzlu zerreler terinize karışarak vücudunuzu gittikçe cıvıklaşan bir yapışkanlıkla sarar. İstanbul’da, daha birkaç gün evvel bulunduğunuz Yakacık’ın, Maltepe’nin, Soğanlı köyünün göğe varan çınarlarının gölgesinde, oluklarından dereler gibi sular taşan çeşmeleri hayalinizde canlanır. Şimdi size, bu hayalinizde canlanan şeylerle aranızda sanki yıllar varmış gibi gelir. Diz çökmek, hayalinizin serin gölgesine uzanmak, hatta ölmek istersiniz. Fakat dayanışımızı kaybetmemek lâzımdır. İçinizde dayanaklar, izahlar arasınız. Allah duygusu, vatan duygusu, cihat yolunda ayağına bir tek toz yapışan Müslümana vaat olunan cennetler, varacağınız cephelerde sizi bekleyen zaferler, gazilik, şehitlik mertebeleri levha levha ruhunuzda canlanır. Hatta bu teselliler de yetmezse: Bu yollarda biz bir borcu ödüyoruz, dersiniz. Asırlar dan beri soyulan, sömürülen, asırlar boyunca yalnız mal, yalnız can vergisi için aranan şu bitmiş, şu bilinmeyen Anadolu’ya karşı, çeşmeleri gürül gürül akan İstanbul’un işlediği günahların borcunu ödüyoruz. Bu izah, size hatta bütün dayanaklardan daha kuvvetli görünür. Başınızı eğer ve artık yürümekten ziyade sürünürsünüz. Gün sona erer, güneş arkanızda alçalır, tuzlu çöle vahşi bir sessizlik siner. Nihayet çölün tenhalığında, uzaktan bütün ümidinizi bağladığınız toprak dama varırsınız. Fakat görürsünüz ki, toprak dam çökmüş, kuyunun suları ise çekilmiş, kurumuştur (1965, 83).

Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” da böyledir;

Toprak göz alabildiğine
Dümdüz
Çırılçıplak
Ve kırmızı biber gibi acı
Batıda bir tek uzun kavak ağacı
Bozkırda hala dolaşıyorsa da kokusu sararmış kekiklerin
Gökçiçekler çoktan kurumuştu
Ve gevenotları safi dikendiler. (2015: 271).

Yakup Kadri’nin Vatan Yolunda’sı farklı mıdır? Hepsinde aynı felaketli, insanın yüreğini parçalayan Anadolu manzaraları var. Falih Rıfkı Atay, Zeytin Dağı adını verdiği hatıratında, Cemal Paşa’nın yaveri olarak Yemen cephesine yaptığı yolculuğu yazar. Yolculuğun en beter yeri yine Anadolu’dur. Halep düzlüklerine gelinceye kadar rahat edemezler. İmparatorluk Arabistan’ı dahi imar etmiş, demiryolları yapmış ama Anadolu aynı şekilde ıssız, virane, “enkaz” görüntüsüyle kalakalmıştır. Öyle ki, terk edilen cepheden gerisingeriye dönerken trende Cemal Paşa Falih Rıfkı’ya, bir kez daha dünyaya gelme şansı olsa yalnızca Anadolu’da çalışıp buraya hizmet etmek istediğini söylemektedir. Gerçekten de Suriye cephesinin çökmesi, İmparatorluğun savaşı kazanma ümidinin kalmadığını göstermekteydi. Bütün bu yıllarda bile Anadolu ile İmparatorluk coğrafyasının diğer bölgeleri arasındaki farklılık gözle görünür seviyede bulunuyordu (Atay, 1938: 43);

Koskoca çölü, bina ve bahçelerle donattık. Geç kalmıştık. Artık ne Suriye ne de Filistin bizim idi. Rumeli’yi maddeten ne kadar kaybettikse, buraları manen o kadar kaybetmiştik. Bir realite hissi ile değil, bir tarih hissi ile kendimizi zorluyorduk. Anadolu baştanbaşa yapılmak, şehirler, köyler, ev ve tarla zengin olmak, Türkler tamamen garplılaşmak ve sonra da Halep’ten Kırmızı denize doğru, nüfus, teknik ve sermaye ile taşmak lâzımdı. Biz ise Anadolu’yu aşıp Halep kapısını vurduğumuz zaman ümran ve kalabalık görmeğe başlıyorduk. Halep, büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut büyük bir şehir, Kudüs büyük bir şehir idi; Lübnan havası, bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi. Fakat her yere: Bizim, diyorduk. Şam, evimiz kadar bizim, Lübnan bahçemiz kadar bizim… kendimizi otelciye, lokantacıya, hattâ posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk. Şamdan kalkan tren, Medine’ye üç gün üç gecede gider. Medine’yi bile bırakmıyorduk. Medine’siz Türkiye? Bu emperyalizmin intiharı demekti. Ne Medine’si? Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selâmlamağa inmiştik. Tren varken, Adana’dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf, soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı? Aden’e!

Bütün bu sızılı, yaralı geçmişi, yıkıntıların bir toplamından ibaret gibi görünen felaketli manzarayı, söz birliği etmişçesine yazılanları düşündükçe bu üzerinden uçtuğumuz karanlık deryasının mı yoksa bizim mi Yaban olduğumuzu kendime sormadan edemiyorum. Yaban. Öyle ya, şimdi bizler Yaban oluyoruz. Yakup Kadri’nin eseri geliyor aklıma. Uçağımız belki de Uşak civarında bir yeri geride bırakıyor. Soluk, cılız ışıklar. Sanki dağda ateş yakmışlar da isi kalmış…

Yaban, bir Umumi Harp gazisi olan ve tek kolunu yitirmiş “paşa çocuğu” Ahmet Celal’in, Anadolu’nun bir köyündeki bir nevi “nekahet” dönemini anlatmaktadır. Ankara romanı ne kadar yarım kalmış bir ütopya gibiyse, Yaban ’da resmedilen Anadolu da bunun gerçekçi ve hatta kimi yerde abartılı bir distopik versiyonu, dahası anti tezi kabul edilebilir. Yaban ‘da Halide Edip’in neşeli, nikbin üslubundan, yoksulluğun ve yokluğun içinden çıkarılan tabiat sevgisinden, saflıktan, huzurdan eser yoktur. Buradaki insanlar adeta hayvanca koşullarda yaşamakta ve bir süre sonra insani bakımdan kötürümleşmektedir. Gerçi orada Yaban olan, Yaban sıfatıyla anlatılan tek kollu savaş gazisinin kendisidir ama, tıpkı kötürüm ifadesinde olduğu gibi, aslında bu kullanımlar ironik bir içerik taşımaktadır ve karşıtını anlatmak için kullanılmaktadır (Karaosmanoğlu, 2021: 35);

Buraya geldiğimin kaçıncı haftası idi, Mehmet Ali’ye sordum; Kadınlarını niçin yalnız benden kaçıyorlar? Yabansınız da ondan beyim! Bu yaban lafı beni önce çok kızdırdı. Sonra anladım ki, Anadolu köylüleri, tıpkı eski Yunanlıların kendisinden başkasına barbar lakabı vermesi gibi her yabancıya “yaban” diyorlar. Bir gün, bir gün onlara ispat edebilecek miyim ki ben bir yaban değilim! Benim damarlarımdaki kan, onların damarlarında işleyen kandır. Aynı dili söylemekteyiz. Aynı tarihi ve coğrafi yollardan hep birlikte gelmişizdir. İspat edebilecek miyim ki aynı Allah’ın kuluyuz, aynı siyasi mukadderat, aynı sosyal bağlar bizi kardeşlik, evlatlık, analık-babalık üstünde bir yoklukla birbirimize bağlamıştır. Lakin hangi sözlerle, hangi seslerle? Gündelik hayatın ufak tefek ihtiyaçlarını bile ancak ifadeye güç bulabiliyorum. Nerede kalmış bunlarla bu kadar genel konular üzerinde konuşacağım. Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum. Türk entelektüeli, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır! Bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya; bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, hangi cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile etrafında hasıl olan boşluk, soğuk ve itici hava, ona kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat olduğunu bildiriyor.

Toprak…kök…acayip nebat ve dahası sökülme. Aklımda tuhaf düşünceler, çağrışımlar, imgeler nasıl da birbirine karışıyor. Ufuk çizgisindeki renk cümbüşü gibi, birbirinin içine geçip tanınmayacak, seçilmeyecek bir hal alıyor. Tıpkı gereğinden çok demlenmiş, buruk ama rayihası alabildiğine kudretli bir bardak çay gibi… Dilimin ucunda Anadolu’nun tuhaf tadı var. Bu düşünceler beni yıllar öncesine, bir ilkyaz ikindisine, merhum dedemin bağına götürüyor. Uzun bir şehirlerarası yolculuktan sonra onu bağ evinin karşısında, bir ağacın altında dinlenirken buluyoruz. Güneş karşıki tepelerin ardından batıyor. Ağzında bir gülümseme, altın bir dişi parlıyor. “Nasılsınız”? diye soruyorum heyecanla, belki biraz hararetli bir merakla… Yüzüme bakıp uzun uzun gülüyor ve hiçbir kelime etmiyor. Bu uzun ve anlamlı gülüş sırasında ağzındaki altın dişi güneşte kocaman parlıyor. Onun bu sessizliği ve karşısında önce ürküyorum, sonra neden bilinmez, aklıma Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sındaki Raif efendinin anlaşılmaz sessizliği geliyor. Belli ki onun da kapalı bir dolabın içinde yaşantısını, duygularını sakladığı kara kaplı defterleri var ama susuyor, sadece susup gülümsüyor. Bir an sonra, gülmekte devam ederek; “Sağ ol oğlum, var ol, incelik gösteriyorsun, hâl hatır soruyorsun da…” bir sessizlik oluyor. “Münevver adam bu kadar hal bilmezin, hatır bilmezin arasında ne yapar ki? Bağla, bahçeyle, bitkiyle, hayvanla konuşup günümüzü geçiriyoruz.” Aniden yüzüme iniveren bu tokat gibi cevap karşısında irkildiğimi hissediyorum. Tıpkı şu anda, bu gece vakti, Anadolu Platosunun bir çölü andıran ışıksız, kapkaranlık suretinin üzerinden uçarken ve Yakup Kadri’yi düşünürken hissettiğim gibi…zaman duruyor. Zaman burada yok. On yıl önceki duygu ile şu anki duygunun aynılığı, sonsuzda bir oluşu başka nasıl açıklanır yoksa (2012: 31);

Bunlarda zaman kavramıyla mesafe kavramından niçin eser yoktur? Gün çektikçe bu sorunun karşılığını kendi kendime buluyorum. Çünkü bende de buraya geldiğim günden beri zaman kavramı hayli zayıflamıştır. İlk aylar günlerin adını unutuyordum. Şimdi ayları birbirine karıştırıyorum ve yalnız mevsimlerin değiştiğini hissediyorum. Kaç yaşımda olduğumu ve arkamda bıraktığım geçmişi unuttuğum gün, kim bilir, ne kadar rahat edeceğim!

Ahmet Celal Efendi, saray yavrusu bir evde büyümüş ve savaşta tek kolunu yitirmiş bir yaban olarak, kimi zaman eksik koluyla çarşıya pazara çıkıp anlaşılmayı hatta kimi yerde takdir görmeyi umarak dolaşmaktadır Anadolu’nun ortasında. Ama bu zamanın durduğu yerde anlaşılıp “onlardan biri olmayı” sonraları bir kenara bırakmış, giderek yaşamı, inandığı değerleri, kendini ve dünyayı, dahası zamanı sorgulamaya başlamıştır. Sahi, zaman nedir? Benim de ülkemizi kat eden uzun yolculuklarımda, bir dağın yahut bir ırmağın, denizin kıyısından dolanırken, eski ve yüce bir ağacı seyredip onun tarihini düşünürken bu soru aklıma gelmiştir çoğu kez. Bu ağaç, bırakalım ağacı şu taş parçası örneğin, neleri gördü, kimleri ve nasıl seyretti? Zaman, dünyanın başka başka yerlerinde nasıl akar? Mesafelerin anlamı nedir? Francis Ford Coppola’nın Kıyamet filmini hatırlıyorum. Vietnam’dan Kamboçya’nın derinliklerine doğru bir nehrin üzerinde yol alan askerlerin kurduğu bir tür bilinçdışı krallığını… İnsanın bu derinleşen mesafeler ve hiçliğe erişen zaman karşısında kendisinden nasıl uzaklaştığını ya da daha doğrusu kendisi içinde yoğunlaşarak dünyadaki anlam ve amacını, ne için orada olduğunu tekrar tekrar nasıl yitirip yeniden bulduğunu… Çölde de aynı olduğunu duymuştum. David Lean’ın Arabistanlı Lawrence filmini anımsıyorum. Bir kum tepesinden savrulan tozlarla küçük çocuklar gibi oynayarak kendinden geçen ve çölün ıssızlığı, bu ıssızlığın küstahlığı ve nobranlığı karşısında “tutulan”, ona teslim olan, onda kendini kaybedip yeniden bulan insanları. Bir bilinçdışı olarak çöl. Bir ıssızlık ve anlamın yittiği bir yer olarak…

Orta Anadolu’da bir köy, donmuş bir konaktır. Burada mesafe sizi yutmuştur. Siz, mesafe içinde dehşetten donmuşsunuzdur. Gerçekten, bir eski Hitit harabesine benzeyen bu köyde, insanların toprak altından çıkarılmış kırık dökük heykellerden farkı ne (…) yürüyorum, yürüyorum. Böyle saatlerce, günlerce, aylarca hiç durmaksızın yürümek istiyorum. Biliyorum ki bu çorak toprak dalgalarının sonu yoktur. Birini aşınca öbürü, öbürünü aşınca bir başkası görünür. Bu köyü arkamda bırakacağım. Üç dört saat sonra, yine tıpkı bunun gibi bir köy önüme çıkacak. Gene kaçacağım, gene kaçacağım…(2012: 42)

Bu bir deprem yazısı, evet. Şimdiki zamanın depreminden; üç gün yas tutup sonra unutacağımız, önce karalar bağlayıp sonra aklımızdan çıkaracağımız türden tartışmaları ele alan, onlarla hemhâl olan bir yazı değil. Yüzyılların üzerimizden tıpkı çöldeki kum taneleri gibi “uçurduğu” bir tarihin geride bıraktığı tortuları, biraz da içinden geldiği gibi anlatan bir yazı… Bir gece vakti, kopkoyu, kapkaranlık bir gece vakti, Anadolu Platosunun üzerinden geçerken düşündüklerim. Aklımda kabuk bağlayanlar. Zihnimde yara kalanlar. Burada yüzlerce, binlerce, on binlerce yıl yaşayıp geride başuçlarındaki dikili bir taştan, bir testi kulbundan, kırık dökük bir ninniden başka bir şey bırakmayan, bırakamayan insanlar üzerine, ekinler üzerine, buğdaylar üzerine, gölgesiz ve kabuksuz kavak ağaçları üzerine, rüzgarlar üzerine, ağıtlar üzerine düşündüklerim… Düşündüklerimiz? Kaçtıklarımız. Geride bıraktıklarımız. Bir sandığa kilitleyip kaldırdıklarımız. Unuttuklarımız. Hesabını soramadıklarımız. Biz de gelip geçeceğiz. Bizim arkamızda kim bilir ne kalacak… Bir derviş sükuneti ve durgunluğuyla bu buz tutmuş, bu çamur olmuş, bu enkaza dönmüş, enkazların harmanına dönmüş, üzerinde ot bile bitmeyen kıraç topraklar mı?

Bu hakikatten bizim payımıza, daha doğrusu “yazgımıza” düşen kısım gerçekten bu kadar mı? Zamanın ve dünyanın dışında dönüp duran ve sürekli yıkılan bir virane mi?

ONUR AYDEMİR

2023, ANKARA

Diğer Yayınlar

Biz Hep Bir Kişi Eksiktik

biz hep / bir kişi eksiktik./ yanımızda her zaman/bir kişi yoktu.

o bir kişidir ki / yokluğu/ bilemezsin, / ne kadar /çok şey anlatıyordu…

Столкновение с Холокостом: исследование произведения Петера Вайса «Допрос»

Столкновение с Холокостом: исследование произведения Петера Вайса «Допрос» 🇹🇷 Türkçe 🇬🇧 English 🇮🇱 עברית 🇫🇷 Français 🇷🇺 Русский Посвящается М.Х. и всем добрым людям… «Дознание» — это прежде всего театральный текст, то есть текст, подготовленный…

התמודדות עם השואה: עיון ביצירתו של פטר וייס “החקירה”

התמודדות עם השואה: עיון ביצירתו של פטר וייס “החקירה” 🇹🇷 Türkçe 🇬🇧 English 🇮🇱 עברית 🇫🇷 Français 🇷🇺 Русский עבור מינרה וכל האנשים הטובים “החקירה” הוא, בראש ובראשונה, טקסט תיאטרלי, כלומר טקסט שהוכן להצגה על…

Flanör, şehrin kalabalığı içinde bir gözlemcidir; her ayrıntı, onun için bir ipucudur.

Pasajlar

“Her pasaj bir şehirdir, her şehir bir pasajdır…”

* * *
22–33 dakika
1848
1857
Charles Baudelaire, modern şiirin temelini atan “Kötülük Çiçekleri“ni yayımladı.
1859
1874
Paris’te ilk Empresyonist sergi açılarak modern sanatın kapıları aralandı.
1882
Nietzsche, “Şen Bilim” kitabında “Tanrı’nın ölümü” fikrini ortaya attı.
1900
Sigmund Freud, psikanalizin temelini atan “Düşlerin Yorumu“nu yayımladı.
1905
Albert Einstein, Özel Görelilik Teorisi‘ni yayımlayarak fizik anlayışını değiştirdi.
1907
Pablo Picasso, Kübizm akımını başlatan “Avignonlu Kızlar” tablosunu yaptı.
1913
Igor Stravinsky‘nin “Bahar Ayini” balesinin prömiyeri Paris’te isyanla karşılandı.
1915
Franz Kafka, modern bireyin yabancılaşmasını işlediği “Dönüşüm“ü yayımladı.
1916
Zürih’te Hugo Ball tarafından Dada akımı başlatıldı.
1919
Walter Gropius, Weimar’da Bauhaus Okulu‘nu kurarak modern tasarım anlayışını başlattı.
1921
Ludwig Wittgenstein, analitik felsefenin temel metinlerinden “Tractatus Logico-Philosophicus“u yayımladı.
1922
James Joyce‘un “Ulysses” romanı yayımlanarak edebi modernizmin zirvesine ulaştı.
1924
1927
Martin Heidegger, varoluşçu felsefenin temel eseri “Varlık ve Zaman“ı yayımladı.
1939
Almanya’nın Polonya’yı işgaliyle II. Dünya Savaşı başladı.
1942
Albert Camus, Varoluşçuluk akımının temel eserlerinden “Yabancı“yı yayımladı.
1945
II. Dünya Savaşı sona erdi ve toplama kamplarının kurtarılmasıyla Holokost‘un boyutu ortaya çıktı.
1947
Adorno ve Horkheimer, Frankfurt Okulu‘nun temel metni “Aydınlanmanın Diyalektiği“ni yayımladı.
1949
Simone de Beauvoir, “İkinci Cins“i yayımlayarak modern feminizmde çığır açtı.
1953
Samuel Beckett‘in absürt tiyatronun başyapıtı “Godot’yu Beklerken” ilk kez sahnelendi.
1957
Sovyetler Birliği’nin Sputnik 1‘i fırlatmasıyla Uzay Çağı başladı.
1958
Claude Lévi-Strauss, “Yapısal Antropoloji” ile Yapısalcılık akımını sağlamlaştırdı.
1961
Frantz Fanon, sömürgecilik karşıtı düşüncenin temel metni “Yeryüzünün Lanetlileri“ni yayımladı.
1961
Jane Jacobs, “Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı” ile modern kent planlamacılığını eleştirdi.
1962
Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramını ortaya attı.
1963
Martin Luther King Jr., Washington’da “Bir Hayalim Var” konuşmasını yaptı.
1967
Roland Barthes, “Yazarın Ölümü” makalesiyle metin analizinde yeni bir dönem başlattı.
1968
Paris’teki Mayıs ’68 olayları, öğrenci ve işçi hareketleriyle küresel bir etki yarattı.
1969
Stonewall Ayaklanmaları, modern LGBTİ+ hakları mücadelesinin başlangıcı oldu.
1971
Intel, kişisel bilgisayar devriminin temelini atan ilk ticari mikroişlemci Intel 4004‘ü tanıttı.
1971
John Rawls, 20. yüzyıl siyaset felsefesini derinden etkileyen “A Theory of Justice” (Bir Adalet Teorisi) kitabını yayımladı.
1973
Mühendis Martin Cooper, tarihteki ilk halka açık mobil telefon görüşmesini yaparak yeni bir iletişim çağını başlattı.
1975
Michel Foucault, modern iktidar mekanizmalarını incelediği “Hapishanenin Doğuşu“nu yayımladı.
1977
İnsanlığın uzaydaki en uzak nesneleri olan Voyager 1 ve 2 uzay sondaları fırlatıldı.
1979
Jean-François Lyotard, “Postmodern Durum” raporuyla postmodernizm tartışmalarını alevlendirdi.
1983
Pasteur Enstitüsü’ndeki bilim insanları, AIDS’e neden olan HIV virüsünü ilk kez izole ettiklerini duyurdu.
1984
Apple, grafik kullanıcı arayüzünü popülerleştiren ve kişisel bilgisayarcılıkta bir dönüm noktası olan Macintosh‘u tanıttı.
1986
Çernobil nükleer felaketi, nükleer enerji ve çevre politikaları üzerinde küresel bir etki yarattı.
1989
Tim Berners-Lee, CERN’de World Wide Web‘i (www) icat ederek internetin yaygınlaşmasının temelini attı.
1990
Evren anlayışımızı kökten değiştiren Hubble Uzay Teleskobu, yörüngeye yerleştirildi.
1991
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş sona erdi ve yeni bir jeopolitik dönem başladı.
1993
İlk popüler grafiksel web tarayıcısı olan Mosaic‘in piyasaya sürülmesi, World Wide Web’in halka yayılmasını hızlandırdı.
1996
İskoçya’daki Roslin Enstitüsü’nde, bir yetişkin hücreden klonlanan ilk memeli olan Koyun Dolly‘nin doğumu, biyoteknoloji ve etik tartışmalarında bir çığır açtı.
2001
11 Eylül saldırıları, küresel siyaset, güvenlik ve uluslararası ilişkilerde yeni bir dönem başlattı.
2003
Biyolojide bir devrim olan İnsan Genom Projesi‘nin tamamlandığı ve insan DNA’sının tam haritasının çıkarıldığı duyuruldu.
2004
Harvard Üniversitesi’nde bir proje olarak başlayan Facebook, sosyal medyanın yükselişini ve dijital etkileşimi yeniden tanımladı.
2007
Apple, ilk iPhone‘u tanıtarak akıllı telefon devrimini başlattı ve mobil iletişimi yeniden şekillendirdi.
2008
Küresel Ekonomik Kriz, dünya ekonomisini derinden sarsarak finansal sistemler üzerine tartışmaları tetikledi.
2010
Tunus’ta başlayan ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika’ya yayılan Arap Baharı, sosyal medyanın politik değişimdeki rolünü gözler önüne serdi.
2012
CERN’deki bilim insanları, parçacık fiziğinin Standart Modeli’nin eksik parçasını tamamlayan Higgs bozonunun keşfedildiğini duyurdu.
2015
196 ülke, iklim değişikliğiyle mücadele için küresel bir çerçeve oluşturan tarihi Paris Anlaşması‘nı imzaladı.
2016
Google DeepMind tarafından geliştirilen yapay zeka programı AlphaGo, Go şampiyonu Lee Sedol‘u yenerek yapay zeka alanında bir dönüm noktası oluşturdu.
2019
Olay Ufku Teleskobu projesi, insanlık tarihinde ilk kez bir kara deliğin fotoğrafını yayımlayarak astronomide bir ilke imza attı.
2020
COVID-19 pandemisi, küresel bir sağlık krizine yol açarak sosyal yaşamı, ekonomiyi ve uluslararası ilişkileri kökten değiştirdi.