9 Mayıs Neden Bu Kadar Önemli? Dünya Savaşı, Hafıza ve Siyaset

Bu deneme, Nazizme karşı savaşta yaşamlarını yitiren Rus, Ukraynalı, Polonyalı, Azerbaycanlı, Macar ve Yugoslav savaşçıların hatıralarına ithaf edilmektedir.
Bu yazıyı yazarken yalnızca bir “hatırlama görevini” yerine getiriyorum. Benim de bir bölümünde var olduğum Yirminci Yüzyıl dünyasının kuruluşunda emeği geçenlerle ilgili benden sonraki gençlerin aklında bir kıvılcım oluşturabilirsem kendimi dünyanın en mutlu insanı sayacağım.
Şimdiki zaman ile geçtiğimiz yüzyılın atmosferi, düşünme biçimleri, anlayış kalıpları öyle farklı ki… Bu nedenle anılarımda yolculuğa çıkarken, geçmişin sisleri arasında adeta kayboluyorum. Bu satırları yazarken, hafızamın derinliklerinden fırlayan bazı unutulması imkânsız kareler gözümün önüne geliyor yalnızca. Bu kareler aynı zamanda insanlık ailesi olarak hepimizin, tarihimizin, henüz doğmamış çocuklarımızın dünyasının da sessiz tanıkları olacaklar aslında.
Eski fotoğraflar gibi tıpkı, siz onları görmeseniz de onlar sizi görürler. Onların sessiz ve istikrarlı eleştirisi altındasınızdır, fark etmeseniz bile…
İşte, şu an tuşlara vururken bile bir kadının haykırışı kulaklarımda çınlıyor, bir çocuğun çamurlar içinde yatan bedeni beni çağırıyor sanki ve karların üstünde parıldayan her bir kıvılcım demeti bana ayrı bir öykü anlatıyor.
Hangi kıvılcımlar bunlar? Düşüncenin ani parıldamaları mı? Uykularımızı kaçıran önemli bir doğa olayı mı?
Hayır, kıvılcımların ne olduğuna birazdan geleceğim…

İnsan geçmişi niye yazar? Hangi tuhaf mecburiyet, bizim gibi sıradan insanlara, pek çok kişiye lüzumsuz gibi görünebilecek böyle bir ağırlık yüklemektedir? Her şeyden önce, bizler kimiz ki milyonların ölüm kalımını ilgilendiren büyük şeyler hakkında alenen konuşalım?
Oysaki bana göre konuşmak gerekir. Elden geldiği kadar anlatmak, yazmak, soruşturmak gerekir. Yazmanın aslı anlamaktır, hatırlamaktır çünkü. Bu nedenle dün olduğu gibi bugün yine yazmak, anlamak ve hatırlamak zorundayız. Çünkü bugün yine karanlık bir uçurumun eşiğine gelmiş gibi görünüyoruz. Bu nedenle her bir adımda tekrar hatırlanmayı, anlaşılmayı ve özellikle tarihin bu anında bir tür çıkış yolu bulmayı bekliyor insanlık. Bu çıkış yolu ise ancak dünü ve bugünü anlayarak bulunacak. Bunun için sokakta oynayan çocuğun bile bize söyleyeceği bir şeyler var. İşte bu nedenle ben de bu yazıyı yazarken üzerime düştüğü kadarıyla ve kendimce bir görevi yerine getiriyorum. Güncel literatürde “hafıza” olarak adlandırılan bir şeyi.
Aklımda kareler olduğunu söylemiştim. Çeşitli fotoğraf kareleri bunlar. Sanki hepsi birer savaş filminden alınmış gibi. Ama gerçeğin kendisi filmlerdeki kurgulara parmak ısırtacak kadar akıl almazdır daima… Bu kareler arasında dolaşırken, tarihin derinliklerinden gelen o uğultulu sesleri duyabiliyorum. Bir kadın var, bir çukurun başında; Kerç olmalı orası, elleriyle saçlarını yoluyor ve haykırıyor. Yerde ölüler var; sıra sıra, dizi dizi, onlarca, yüzlerce ve tek suçları tarihin o zamanında, o ülkede yaşamak olan ölüler… İşte bir başka kare beliriyor zihin perdemde: Karlı bir sabah, bir çocuk, donmuş toprakların üstünde yatan bir cesede bakarak ağlıyor. Bir başkası, çıplak ayaklarla yanmış köyünde, ailesinden arta kalanları arıyor…
Bütün bu kareler hafızamın sisleri arasından tozunu silkeleyip aydınlığa çıkarken, ben aslında geçtiğimiz yüzyıldaki bir trenin vagonunda bulunuyorum. Karla kaplı kış gecesine gürültüyle dalan tren, raylarda parlak kıvılcımlar çıkararak, ıssız, donmuş bozkıra adeta bir bıçak gibi saplanıyor ve geçtiği her yeri ışığa boğuyor. Bunlar mavi-beyaz, flaş patlamasını andıran güçlü kıvılcımlardır. Sonra, bir anda, orada kahvesini yudumlayarak düşüncelere dalan bir delikanlı görüyorum. Trenin kirli penceresinden, kıvılcım ışığında bir belirip bir yok olan engin bozkıra bakıyor. Delikanlının önündeki servis masasında bazı kitaplar var. Aleksandr Bek: Moskova Önlerinde. İlya Ehrenburg: Fırtına. Felix Çuyev: Molotov Anlatıyor. Julius Fucik: Darağacından Notlar. Belki de en sarsıcı olanını ise tam o anda, soluksuz bir şekilde okumaktadır: Boris Polevoy, İnsanlık Uğruna.

Doğu Ekspresinin tekdüze adımları, tıpkı kendini güçlükle sürükleyen yaşlı ve yorgun bir adam gibi homurdanıp ve karanlığı yararak hedefine doğru ilerliyor. Sanki bu uçsuz bucaksız bozkırda yüz senedir hiçbir şey değişmemiş gibi… Tren Ankara’dan Eskişehir’e doğru yol alırken, eskimiş raylardan saçılan kıvılcımlarıyla geçmiş savaş bölgelerini de aydınlatıyor. Sanki bir zamanlar Kurtuluş Savaşı’nın da yapıldığı bu çorak arazide, gecenin içinden aceleyle cepheye yürüyen askerlerin haki yeşil görüntüsünü anlık ışık patlamalarıyla saptıyor. Ama yalnız onu mu? Soğuk kış geceleri, derme çatma vagonlar ve yer yer bozuk raylarda hiç durmadan taşınan başka yerdeki askerleri, yaralıları, ölüme götürülen savaş tutsaklarını, mahkumları da zamanın sonsuzluğu içinde saptıyor olmalı…
Güneşin altında değişen hiçbir şey yoktur denir ya; aynı şekilde, yıldızların altında da değişen hiçbir şey yoktur…
İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insan öldü. Bunların 27 milyonu Nazi Almanyası’na nihaî ve ölümcül darbeyi indiren Sovyetler Birliği’nin kayıplarıdır. Savaşın en büyük ve yıkıcı muharebeleri de bu ülkenin topraklarında cereyan etti. Bugünkü siyasal rejimi ve Ukrayna’da izlediği işgal politikası bu tarihsel gerçeği değiştirmiyor.
Benim âcizane uyarım da işte bu noktada başlıyor.
Tarihsel olayları ele alırken duygularımızla, içinde yaşanılan zamanın egemen değer yargıları ya da mevcut siyasal pozisyonumuzla hareket edersek gerçeğin önemli bir bölümünü ıskalarız. Bugün, çoğu yirmili yaşlardaki genç insanların tarihle ilgili yorumlarına baktığımda sözünü ettiğim üzücü durumu görebiliyorum. Onları bir yere kadar anlayabiliyorum da… Nitekim yukarıda anlattığım trende yolculuk eden o genç insan da, tam ters açıdan da olsa, öyleydi. Dünyaya yalnızca okuduğu kitapların penceresinden bakabiliyordu ve bu kitapların çoğu Rusça yazılmıştı.
Bugün herhangi bir savaşa ya da haksız bir işgale karşı çıkmak, düşünen insanları somut tarihsel gerçekleri inkâr edecek bir savruluşa sürüklememelidir. Herhangi bir politik tavır; özellikle de savaş karşıtlığı ve barış arzusu, somut tarihi olguların göz ardı edilmesi ya da çarpıtılmasını gerektirmez; aksine, geçmişte yaşananlardan ders çıkarak daha adil ve barışçıl bir gelecek inşa etmenin yollarını gösterir. Gerçekler, anlaşılmak için öncelikle kendi nesnelliğiyle yüzleşmeyi insanlardan şart koşar ve bu yüzden tecrübe ve bilgi birikimimizi doğru kullanarak, yanlı ve önyargılı yaklaşımlardan uzak durmak zorundayız. Ancak böylece geçmişin yanlışlarından arınarak toplumsal bilinci geliştirebilir ve daha iyi bir dünya için mücadele edebiliriz.

Sonuç olarak, sağlıklı bir tarihsel bakış açısı olayları kendi koşulları içerisinde ve neden-sonuç bağlantısını doğru biçimde kurarak incelemeyi gerektiriyor. Bu bağlamda kökleri geçtiğimiz yüzyılın derinliklerinde gömülü bulunan söz konusu tarihsel sürecin dinamiklerini de, toplumsal ilişkiler bütününü kavrayarak sorgulamak, onunla ilgili daha kapsamlı ve doğru bir anlayış geliştirmemize yardımcı olacaktır. Ayrıca, farklı perspektiflerden bakabilmek, olayları daha nesnel bir şekilde analiz etmemizi sağlayacağından kavrayış gücümüzü de derinleştirir. Bu bakımdan tarihsel olayların sadece belli bir tarafın anlatımıyla değil, birçok farklı bakış açısıyla birlikte ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Böylece olayların dış yüzeyindeki katmanlarını kaldırarak gerçeğin kabuğunu kırabilir, onun karmaşık yapısını anlayabilir ve daha doğru bir değerlendirme yapabiliriz. Kişisel olarak düşünsel yaklaşımımda elimden geldiğince bu bakış açısını benimsemeye çalışıyorum. Bu bakış açısını korumak suretiyledir ki mevcut politik güçleri oluşturan taraflardan birine eklemlenmeden, nesnel değerlendirme yapabilmenin mümkün olacağını düşünüyorum.
İkinci Dünya Savaşının sonuna giden o karanlık yolda bütün dünya halkları büyük bedeller ödedi. Bu zorlu süreçte, insanlar birçok acı kayıplar yaşadı, sevdiklerini yitirdi ve evlerini terk etmek zorunda kaldı. Şehirlerin bombalanması, köylerin haritadan silinmesi yalnızca insanlar arasındaki dayanışmayı geliştirerek onları ulus yapmakla kalmadı aynı zamanda acıyı da elle tutulur, kolektif bir şeye dönüştürdü. Hayatta kalanlar, yaşadıkları travmanın etkisiyle sıklıkla büyük bir huzursuzluk ve belirsizlik içinde kaldılar, kuşaklar bu hafızanın yükünü üzerlerinde hissettiler. Dolayısıyla kazanılan zaferi kutlamaya da herkesin hakkı olduğunu söylemek adil ve yerinde bir yaklaşım olacaktır; zira bu zafer, yalnızca askerî bir galibiyet değil, aynı zamanda insanlığın karanlıklara karşı verdiği mücadelenin bir simgesiydi. Bu zafer, aynı zamanda barışın ne kadar kıymetli olduğunu da hatırlattı ve ondan öğreneceğimiz hala çok şey var.
● ONUR AYDEMİR ●
● 2025, ANKARA ●



