İnsanın Olmadığı Yer

Bir insan ne kadar gaddarlaşabilir? Kendini kaybetmenin, türdeşini ya da herhangi bir canlıyı, yaşama gayretinde ve çabasında olan bir varlığı bundan caydırmanın, kaybedeceği en son ve en özel şeyleri ondan çekip çıkarmanın iştahını neyle açıklayabiliriz?
Şiddetin sınırı nedir? Bir insan ne kadar ileri gidebilir?
Uzun süren Suriye iç savaşı belki de yakın dönemde gördüğümüz en iğrenç, korkunç görüntülere sahne oldu. Tıpkı benzerleri gibi…İnsanı insanlığından utandıracak, lanet ettirecek şeyler gördük. Bir insanın kafasını kesip onu henüz yaşarken kucağına bırakanlar, ölmüş kişilerin bedenlerinin üzerine ateş döküp yakanlar, küçük kız çocuklarını taşlayanlar…
Bunlardan biri özellikle aklımdan çıkmıyor. İki askerin canlı canlı yakılması ve bunun filme çekilmesini unutamıyorum bir türlü. Olmuyor, olamıyor. Sürekli o kişilerin aileleri bunları gördü mü, bu insanlar son dakikalarında neyi düşündüler, ne hissettiler, kimleri akıllarından geçirdiler? Bu sorular düşüncemden gitmiyor.
Geçtiğimiz günlerde bu çirkin savaşın bir perdesinin daha indiğine tanık olduk. Umalım ki bitsin. Diğer bütün savaşlar gibi, bu vahşet görüntüleri hayatımızdan çıkıp gitsin artık.
Savaş ve ölüm. Bu gerçekle henüz çocukken haftalık bir derginin sayfalarında karşılaştım. Sanırım ilkokula gidiyordum. Mozambik iç savaşı sürüyor olmalıydı. Hükümet güçlerinden kaçan isyancılardan birinin yakalanma ve ölüm anlarını bir foto muhabiri kare kare saptamıştı. Can havliyle kaçmaya çalışan ve başaramayan bir adam, elleri arkadan kelepçelenerek hemen oracıkta diri diri gömülüyordu ve bunlar an be an fotoğraflanıyordu. Ta ki üzerine toprak atılan adamcağız gözden tamamen kaybolana kadar.
Bunun Mozambik savaşında “rutin bir uygulama” olduğunu da yazmışlardı…
Çocukluğumda anlayamadığım bazı şeyleri artık anlayabiliyorum. Bazılarını hayatım boyunca anlayamayacağım. Bu ve bunun gibiler anlayamayacaklarım arasındadır.
İnsan beyni ve ruhu şiddeti ancak bir yere kadar anlayabiliyor. Onun amacını, örneğin kaç ve savaş durumunda kalmış sürüngen beyninin verdiği anlık tepkileri az çok idrak edebiliyorsunuz. Bir silahlı çatışmayı, bir kavgayı, bir futbol holiganının davranışını ya da grup psikolojisinin yarattığı şiddet patlamasını anlayabiliyorsunuz. Buna karşın şiddetin ve ölümün öyle boyutları var ki anlam alanının dışına çıkıyor. Hiçbir şekilde idrak etmek ve aşabilmek mümkün değil. Eliniz kolunuz bağlanıyor, çaresiz kalıyorsunuz.
Anlayamadığınız şeyleri aşamazsınız. Anlamak travmayı aşmanın koşullarından biridir.
Toplu imhanın fabrikalarda gerçekleştirilmesi buna bir örnektir. Saul’un Oğlu filminde bu anlatılıyor. Ölümün standardizasyonu, onun bir süreç olarak örgütlenmesi; ölümün fordizmi, ölümün asrî zamanı… İnsan bakakalıyor. Bir yerlerde insanlar toplanıyor, birimlere ayrılıyor, tasnif ediliyor, çeşitli yerlere gönderiliyor. Bütün süreç ayrıntılı biçimde planlanıyor ve “işlem” gerçekleşmiş oluyor.
Bunu hala anlayamıyorum.
Ölüm cezası böyledir. Öldürmek bir cinayetten çok daha çirkin ve vahşi olabilir. Başından sonuna kadar dikkatle örgütlenmiş, soğukkanlı ve kimse sorumluluk almadığı ve faili ortalıkta olmadığı için aşağılık ve nefret uyandırıcı bir süreçtir ölüm cezası. Aklıma Ölüm Yolunda ve Öldürmek Üzerine Kısa bir Film geliyor. Bir avukat, öldürmenin bu düzeyini anlayamadığı için yolun kenarına çektiği arabasının açık kapısının yanında durmuş, hıçkırarak ağlıyor…
Yatağında huzur içinde ölmek, ölebilmek… Hiç yoksa bu kadarını istemek çok mudur? Bir insanın böyle bir ölüme hakkı yok mudur?
Bazen olamıyor. İnsanın başkalarına çektirebileceği acının sınırı yok.
Dinlediğim ilk işkence anlatısı kendi ülkemden İrfan Uçar’a aitti. Erdal Öz, Gülünün Solduğu Akşam kitabına almıştı. Benim için bütünüyle yabancı, bambaşka bir dünyaydı bu. Anlatılanlara inanamıyordum. Oysaki biraz soruşturduğumda, yakın çevremden insanların da böyle şeyler yaşadığını öğrenecek ve şaşıracaktım.
Gözümün önünden gitmeyen bir başka görüntü bir elektrik üretecidir. Masaya monteli bir kalemtıraşa benziyordu ve tıpkı onun gibi dönen bir kolu da vardı. Üzerine üreticisinin amblemini basmışlardı.
Bunun ne olduğunu idrak etmekte zorlanıyorsunuz. Boşluğa bakar gibi oluyorsunuz. Dalıp gidiyorsunuz. Dünyanın ilk işkence müzelerinden birinde gördüm onu. Ankara’da gördüm. Biz bu müzeyi gezdik. Bu makinanın başında donup kaldığımı hatırlatıyorum. On dakika..on beş dakika, yarım saat…Arkadaşlarım kolumdan çekiştirince kendime geliyorum. Nüfuz edemiyorum çünkü ona, kafamda bir yere koyamıyorum, arada bir bağlantı kuramıyorum.
İnsan anlayamıyor. Üstüne amblem basılmış ve özel üretilmiş bir cihaz bu. Gözümün önünde işte. Kabloları filan var. Bugün yine anlayamıyorum. Kabullenemiyorum. Bunu kimler neden yaptı, üzerine bir de amblem basarak üstelik hangi akılla, hangi amaçla, nasıl?
“Çeviiir çarkçı başıı”…. aklıma bir kitapta okuduğum bu sözler geliyor. Şu satırları yazarken bile ürperiyorum.
Olimpo Garajı’nda ölenler aklıma geliyor. Kalpleri duruyor ve çalıştırıyorlardı. Sonra tekrar öldürüyorlardı.
Endonezya iç savaşında bir milyon insan öldü. Bir milyon insan!
Sessizliğin Bakışı belgeselinde bir mafya, yaptıklarının anlamını ancak belgesel çekimlerinin sonlarında idrak edebildi. Kusmaya başladı. Kusarak arınmaya çalıştı…
Keşke bu dünyayı da kusarak ondan arınabilsek!
Yakın zamanda Youtube’a eski haber bültenlerini yüklemişler. TRT 1 vardı o zamanlar. Her akşam bülteninde dünyanın her yerinde savaşlar var. Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika ülkelerinde bitmek bilmeyen iç savaşlar. İnsanların kanı çağlayan gibi akıyor. Bunun da normal olduğu günlerden geçtik.
Guantanamo üssünde üzerine su dökülenler. Uçaklarda gezdirilenler, askıya alınanlar…
Geçtiğimiz gün de Sednaya hapishanesinde aklını kaçırmış bir adam gördük. Gülüyor, aynı anda ağlıyor, sonra tekrar gülmeye başlıyor. Bu psikolojiyi biliyorum, tanıyorum çünkü.
Gençliğimde bir adam vardı. Önce dilenci sanıyorduk. Ben ne zaman önünden geçsem laf atardı. Sonra otobüse binmeye başladı. Bazen aynı otobüste karşılaşırdık. Hep aynı hatta gidiyordu. Elinde bir cif spreyi olduğundan adını cifli deli takmıştık. Bir an gülüyordu, birkaç dakika sonra ağlamaya başlıyordu.
Bir gün onu bir çorbacıda gördük. Etrafında gayet aklı başında, giyimleri düzgün insanlar vardı. Önce hayır işleri yapıyorlar sandık. Sonra işin öyle olmadığını, oranın yerlisi bir arkadaşımız anlattı.
Dilenci sandığımız kişi 12 Eylül döneminde, işkencede çıldırmıştı.
Yanındakiler eski arkadaşlarıydı.
Deli, eskiler Mecnun da der…
İnsanlar aslında göründükleri gibi değildir. Neler yapabildiklerini anlamak bile mümkün olmuyor. Aklın sınırlarını aşıyor yaptıkları. Başka bir alanda, başka bir anlam dünyasında, her ne lanet şeyse artık, orada bir araya geliyor olmalı.
Böyle bir dünyada yaşamak bir yük değilse nedir?
● ONUR AYDEMİR ●
● 2024, ANKARA ●



